Yaş : Kayıt tarihi : 09/09/08
Mesaj Sayısı : 594
Nerden : İş/Hobiler : Lakap : amcasını arıyor
Konu: Hasta dünya İskender Pala Salı 12 Kas. 2013, 10:20
Hasibe Mâide Hanım bir beytinde, “Eyledim hâl-i dil-i bîmârım ol sultâna arz / Hasta eyler görse elbet derdini Lokman’a arz” buyuruyor.
Demek olur ki; “Aşk hastası olan gönlümün neler çektiğini o sultanıma arz ettim. (Elbette böyle yapacağım, çünkü) hasta, Lokman ile karşılaşacak olsa, elbette hemen derdini anlatmaya başlar.”
Şair, hekim gören herkesin, hemen ayak üstü, “Doktor! Şuramda bir sancı…” diye başlayıvermesine telmihte bulunarak “Ben Lokman’ıma (sevgilime) kavuştum, elbette içimdeki derdi ona anlatacağım” diyor. Dikkat edilirse herhangi bir baş ağrısından, mide spazmından, solunum yolu enfeksiyonundan değil, kalbindeki yaradan dem vuruyor; yani bîmârını söylüyor.
Bîmâr’ın insanın maddî (bedensel) değil, manevî (gönül, akıl ve ruh) hastalıklarını karşıladığını biliyoruz. Eskiden bîmârhaneler hastanelerden ayrı hizmet verirken bugün birleştirilmiştir. Artık psikiyatri klinikleri hastanelerin bünyesinde faaliyet gösteriyor. Madde eksenli bir hayat ve materyalizme göre psikiyatri alanı, insanın bütün manevî hastalıklarına çare aramalıdır. Üstelik de insanlığın manevî hastalıkları gittikçe çoğalırken. Tıp literatürüne neredeyse her yıl yeni bir psikolojik rahatsızlığın adı ilave olunuyor. Bunalımlar, ihtiraslar, bunamalar, ruhî boşluklar, akıl dengesi falan derken artık panik atak, depresyon, şizofreni, kişilik bozuklukları vs. her yanı kapladı. O kadar ki çocuk psikiyatrisi bile artık başlı başına bir bilim alanı. İnsanların bedenlerinden ziyade ruhları, gönülleri ve akılları hastalanıyor artık. Maddî benimizden ziyade manevî benimizin sancılı ve hastalıklı olduğu bir çağ içindeyiz yani. Sağlıklı bir hayatın hem madde (somut) hem de mana (soyut) yönünden dengeli yaşam ile sağlanabildiği gerçeği unutulmuş durumda.
İnsanlar, midelerinin beslenmesine ilişkin hastalıkları (obezite veya açlık) kabullendiler ama zihinlerinin, gönüllerinin veya ruhlarının da beslenmesi gerektiğini unuttular. Her şeyin adı madde oldu, her şey madde ile ölçülmeye başlandı. Az şey ile yetinmek (kanaat), yerini çok şeye sahip olma tutkusuna (ihtiras ve açgözlülük) bıraktı. Zihinleri doygun olmayan, ruhları beslenmeyen hastalıklı bireylere döndürüldük. Toplumumuzda bir tek gönül hastalıkları eskisi gibi çok değil. Yazık ki aşk hastaları artık her yerde görünmüyor. Sebebi de gayet basit. Aşk diye bir şey kalmadı. Eski bîmârhaneler şimdi otopark, gazino veya mağaza. Fuzuli’nin, “Kamu bîmârına cânân devâ-yı derd eder ihsan / Niçün kılmaz bana dermân, beni bîmâr sanmaz mı (Yüce Sevgili bütün aşk hastalarına dertlerinin devasını ihsan ediyor da bana bir derman vermiyor; acaba beni hastaları arasında, âşıklarından biri saymıyor mu?)” dediği çağlar geride kaldı. Artık hiçbir sevgili, aklını başından aldığı âşıkları için bîmârhane kurdurup onları tedavi ettirerek alicenaplık ve büyüklük göstermiyor[1].
Aşktan bahseden herkes onu tüketmek, menfaatlenmek ve yaşayıp bitirmek istiyor. Sevgililer, âşıklarını; sultanlar kullarını; efendiler de kölelerini düşünmez oldular. Kölelik hukuku bile şimdiki hizmet sektöründen iyi durumdayken, ol diyen ile olan arasında bu derece maddeye endeksli bir hayat düşünülmezken bizim hastalarımız da, hastalıklarımız da tedavi edilebilir kabildendi. Atalarımızın, aşk hastalarını tedavi ettikleri bîmârhaneler bazen kutsal delilerin, bazen mahalle delisinin, bazen de sevda tutkunlarının toplum ile uzlaşma alanları olarak görülürdü. Sosyopat tabiri henüz icad edilmemişti ve bîmârhanelerde akılların, tekkelerde gönüllerin, camilerde de ruhların balans ayarı yapıldığı olurdu. Düşüncemiz, aşkımız ve vicdanımız da bu üçünün izdüşümüyle sosyal hayata yansır, adalet, güvenlik, refah, vizyon, yardımlaşma ve ortak akıl bu çerçevede şekillenirdi. Medeniyet de zaten bu demekti.
Yeniden aklımızın, gönlümüzün ve ruhumuzun farkına varmak zorundayız. Okuyarak, severek ve inanarak…
[1] Beyitte sözü edilen âşıklar ile onları bîmârha- nesinde tedavi eden sevgili metaforu Batı edebiyatlarında Sirse isimli ilahenin çiftliğiyle izah edilir. Sirse kendisine âşık olanları sınamak için hepsinin ayrı ayrı fedakârlık derecelerini ölçer, onlara “Madem aşkımı istiyorsun, bunu ıspat için at ol desem olur musun?” diye sorar, gerçek âşık ile sahtekârı böylece ortaya çıkarırmış. Bir müddet sonra gerçek âşıklarından at, eşek, tilki, köpek, horoz vs. derken bir çiftlik oluşturmuş. Zeus bunu duyunca Sirse’ye çıkışıp âşıklarını serbest bırakmasını istemiş. Sirse’nin verdiği cevap: “Yüce Zeus, ben onları zaten zorla tutmuyorum. Asıl siz onlara sorun, benim çiftliğimde at veya aslan olarak mı yaşamayı istiyorlar, yoksa dışarıda insan olarak mı?”