Memleket özellikle son bir senedir kupon arazileri, sit alanlarına dikilen gayri meşru villaları, acımasızca imara açılan ormanlık alanları, zorla, tehditle, rıza dışı kamulaştırılan yerleri, yağmalanan vakıf mallarını, katledilen zeytinlikleri, hunharca boğazlanan ağaçları, üzerine titrenmesi gereken tarihî mekanların sağına, soluna, ortasına kondurulan kafeleri, yandaşlara, yakınlara, servis edilen avanta/j/ları, insanüstü bir çabaya rağmen sıfırlanamayan envai çeşit milyonları, başına ak gelince paklanacak zannedilen kaçak ‘Ak Saray’ları konuşuyor.
şin tuhafı, vasat bir idrakin, ölmemiş bir vicdanın, evinden işyerine, işyerinden evine gidip gelebilecek yeterlilikte bir aklın asla kabul ve tahammül edemeyeceği bu yolsuzluk, hırsızlık ve talan kasırgası, kamuoyuna “gayet normalmiş” gibi enjekte ediliyor.
Koskoca Diyanet camiası ve ilahiyat dünyası, bir iki cılız ses dışında bütün bu olup biten karşısında neredeyse dut yemiş bülbül gibi...
Bu halet-i ruhiyetin pençesinde ezildiğim günlerden birinde misafir olduğum mübarek bir ders halkasında dikkatim okunanlara takılıp kaldı.
Şöyle diyordu kitapta:
“Günümüzde kamu arazilerinin, özellikle ormanlık alanların, vakıf mallarının, kimsesiz ve güçsüz kimselerin arazilerinin ‘Allah ve ahiret korkusu olmayan, dinî hassasiyeti, kanun ve kul hakkı telakkisi ve insanlardan utanma duygusu bulunmayan kimselerce’ açıktan açığa gasbedildiği, bunlardan büyük gelirler elde edildiği ve bu kimselerin çeşitli siyasal ve toplumsal zaaflar sebebiyle gerektiği şekilde takibata uğramadığı da bir gerçektir. Bu şekilde ele geçirilen mallar fıkhen hiçbir zaman gasbedenin mülkiyetine geçmediği, daima mesuliyeti ve utancı mucip bir davranış olarak görüldüğü gibi fakihler gasbedilen arazide kılınan namazın caiz olup olmadığını bile tartışmışlardır. Dinî hassasiyetin yitirilmesine ilave olarak kamu otoritesinin zaaf ve çelişki içinde olması da bu gasp ve yağmanın kamu düzenini bozacak, şehirleşmeyi ve çevre düzenini, hatta toplum sağlığını tehdit edecek düzeye varmasına yol açmaktadır.”
“Elleriniz dert görmesin, ağızlarınız bal yesin, işte bu!” dedim içimden.
Asıl şaşkınlığı okunan metnin kaynağı zikredilince yaşadım.
“Diyanet İlmihali” Helaller ve Haramlar bölümü.
Derine dalmaya ne gerek vardı.. Basit bir ilimihal kitabı bile meseleyi efradını cami ağyarını mani hükümlüyordu.
Peki o halde kendi yayımladığı ilmihal kitabında konuyu gayet “açık-net” ortaya koyan Diyanet’in ve koskoca ilahiyat camiasının sesi şimdi niye çıkmıyordu?
İşin içinden çıkamayınca, Karadenizli de olmamız hasebiyle bu müşkül meselenin halli için soluğu bizim “Oflu Hoca”nın yanında aldım.
Zaten memleketin gidişatından haberdardı. Ben içimi döktüm. Yandım, yakıldım, estim, gürledim, dalgalandım, duruldum. Lafın sonunda “Yaptıkları her yolsuzluğu, hırsızlığı bir fetvaya dayandırıyorlarmış. Anlayamıyorum, nasıl böyle bir şey olur” dedim.
Ve “Hocam aha da işte Diyanetin ilmihali.” diye söylenerek kitabı uzattım.
Kitabı aldı, altını kırmızı kalemle çizdiğim, sizin için yukarıda alıntıladığım bölümü okudu. Bitirdikten sonra uzun burnunun ortasına kadar inmiş gözlüğünü yukarıya doğru iterken “Sen okuduğunu anlamamişsun uşağum.” dedi bana. Gayr-i ihtiyarî “ne gibi” hocam diyecek oldum.
-Bak ne yazayi habu kitapta: “Allah ve ahiret korkusu olmayan, dinî hassasiyeti bulunmayan.”
-“Evet hocam ben de onu diyorum.”
-“İyi uşağum sen öyle deyisın da, onlar da deyilar ki; Bizde Allah korkusu da var ahiret korkusu da. Bizdeki dinî hassasiyet de kimse de yoktur.”
-“Ha bu kitaptaki fetva, Allah korkusu, ahiret korkusu, dini hassasiyeti olmayanlar içindir uşağum. Onlar için değil.”
Anladun mi şimdi?..
Ben anlamadım.
Bilmem, siz anladınız mı?
Hırsızlık, Diyanet ilmihali ve ‘Ofli’ Hoca ALİ HAFIZOĞLU