‘Mekke Uzayı’ diye niteleyebileceğimiz bir diyagram var. İhsandan zulme uzanan derinlemesine bir doğrusal çizgidir bu. Her insanın bir eşiği vardır; dayanma ve kırılma eşiği. Kureyş uluları bu uzayın en tepesinde oldukça cömert ve eli bol bir tavır sergilerler. “Ne istiyorsa söylesin, fazlasıyla verelim.” demişlerdir mesela. Kadın, para, makam; ne istenirse, yeter ki vazgeçilsin davasından…
Uzayın tepe noktası burası… Ve giderek aşağı iner. Sınav da tam böyle bir şey. Teslimiyet eşiğiniz test edilir. Ret cevabıyla birlikte önce sıfıra doğru inilir ardından zulüm doğrultusu başlar, bunun da dip noktası ölüm. Haklarını teslim edelim, o devrin muktedirleri bu noktada da benzersizdir!
Ekmek derdi, evlad u iyal telaşesi ve nihayetinde can korkusu… Kimi malına mal, şöhretine nam katmak için uzayın üst kısmında indiriyor yelkenleri, kimi ise direniyordur. Adetullah böyle zira… Nihayetinde mahrumiyet ve baskı geliyor. Tehdit, zulüm, işkence ve ardından en dip nokta…
Hz. Bediüzzaman, Münazarat’ta hayatı ‘faaliyet ve hareket’ olarak tespit eder ve çıkılan yolculuğun bineğini ‘şevk’ olarak kurgular. Ardından birer birer ‘varta’ları sıralar. Açıkçası inanan biri için her engelin, aşılacak her eşiğin yani imtihan uzayının her noktasının karşılaşılacak engeline karşı sadakta mutlaka bir iksiri, bir silahı olduğunu muhteşem betimlemelerle gösterir. En büyük ve kuvvetli engel ise ümitsizliktir bu engelli koşuda. Buna karşı heybesinden Zumer 53’ü çıkarır mesela; “Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz.” Dürüst olmamak da çok ciddi bir engeldir aynı uzayda. Pek çok insan bu noktadan yuvarlanır karanlığa. Hz. Üstad, hemen kutsal sadaktan, “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!”u çıkarır bu anlarda.
Acelecilik, tevekkülsüzlük, kibir, hakkaniyetsizlik, rehavet merakı gibi pek çok ciddi engele karşı şahane donanımları birer birer çıkarır ve istimal eder büyük bir bilgelikle. Şöyle bir efsanevi tespitle meseleyi bağlar: “Fıtratı heyecanlı olan insanın rahatı yalnız çalışma ve mücadeledir…” Gerçekten de bunu çöküş yaşayan toplumlara bakıldığında temel kırılmanın bu iki terkedişle geldiğini görmek mümkündür.
Kanuni Sultan Süleyman, Devlet-i Aliye’nin inişe geçtiğini fark ettiği an çareler arar. Bunun için süt kardeşi olan ve Beşiktaş’ta ikamet eden Yahya Efendi’den de görüş almak ister. Bir mektup yazar: “Sen ilahi sırlara vakıfsın. Kerem eyle ve bizleri aydınlat. Bir devlet hangi halde çöker? Osmanoğullarının akibeti ne olur, izmihlâl olur mu?”
Gelen cevap şöyledir: “Neme lazım be sultanım!” Cevabı hayretle karşılayan hünkâr, mektupta gizli bir anlam olacağını düşünür ve atlayıp Beşiktaş’a Yahya Efendi’ye gider. “Ağabey, ciddi bir soru yolladım ama geçiştiren bir cevap verdiniz” diye sitem eder. Yahya Efendi “Sultanım sizin sorunuzu ciddiye almamak mümkün mü? Ben cevabı ciddi düşünüp kanaatimi arz ettim!” der. Kanuni, “Sanki, ‘Beni bu işlere bulaştırma’ der gibi bir ima hissettim.” deyince, Yahya Efendi, “Sultanım, bir devlette zulüm yayılırsa, haksızlık başını alıp yürürse, şahit olanlar da ‘neme lazım’ deyip yüzlerini çevirirlerse, sonra koyunları kurtlar değil de çobanlar yemeye başlarsa, bunu görenler susarsa, fakirlerin, kimsesizlerin, ezilenlerin feryadı göklere çıkarsa bunu da taşlardan başkası işitmezse, halkın hürmet ve itimadı sarsılır, devletin içi boşalır, çöküş ve izmihlâl de mukadder olur!” Koca hünkâr ağlamaya başlamıştır…
Hz. Üstad, karamsarlığı kanser olarak nitelerken, şevk bineğindekilerin çalışma ve mücadele ile tüm vartalara direnilebileceğini ifade eder. Neme lazımcılık ciddi bir eşiktir bir toplumun kendi uzayında.