Bilineni Âşık Veysel’den alıntılayarak söyleyeyim: Yaşam, ‘iki kapılı bir han’dır. Evet, ama bu han’ın içinde de birtakım kapılar var: Bunlar, Jerome ve Alissa’nın, sadece onların mı, hepimizin, geçmek durumunda kaldığımız ‘Dar Kapı’lardır… André Gide hatırlatıyor bize: Hangimiz bu ‘dar kapı’lardan kolaylıkla geçebiliyoruz ki?
Dahası, ‘algı kapıları’mız vardır, Aldous Huxley’in bize ‘The Doors of Perception’da gösterdiği gibi… Bu ‘kapı’lar açılınca görmediklerimizi görmek, işitmediklerimizi işitmek mümkün olur. Sadece ‘algı’ mı; -değil elbette! Belleğin de ‘kapı’ları vardır: Zaman zaman, Ahmet Muhip Dıranas’la birlik olup, ‘unutuşun tunç kapısını zorla[dığımız]’ olmamış mıdır?
Ya, şiirin ‘kapı’ları? Ahmet Haşim, ‘büyük şiirlerin medhalleri[nin], ‘tunç kanatlı müstahkem şehir kapıları gibi sımsıkı kapalı’ olduklarını söyler: ‘Her el, o kanatları itemez ve o kapılar bazen asırlarca kapalı durur.’
Şairler, sevgililerin kapılarındadırlar, -Oktay Rifat gibi: ‘Bulunmaz sevdazede Fuzulî, Nedîm Kanayan aşklarıyle yaşarlar bende Sevdiğim, devletlû sultanım, efendim Emreyle şiirler söyleyeyim kapında’ Bazan o kapılar açılmaz, kapı duvar olmuştur. Orhan Veli’nin ‘Kapılar pencereler savletime bigâne Ses sedâ yok, bu değil sanki o devlethâne’ dizeleri işte tastamam bu durumu anlatır.
Ve elbette ‘hükümet kapısı’! Namık Kemal’in ‘izzet ü ikbal ile’ çekildiği bâb-ı hükümet! Elbet herkes Namık Kemal kadar yiğit ve erdemli olamıyor: ‘Yağlı kapı’ya kapılananlar kolay kolay vazgeçemiyorlar, çekilemiyorlar ‘izzet ü ikbal ile bâb-ı hükûmetten’! Günün birinde bütün kapıların yüzlerine kapanacağını bilmiyorlar mı? Bütün yüzsüzlükleri ile başvurdukları kapılardan, ‘başka kapıya!’ diye onursuzca kovulacakları günlerin geleceğini?
Biz, bırakalım bunları; -bu ‘kapı kulları’nı! ‘Ya Müfettihü’l-ebvâb’a, O’na, kapıların açıcısı’na dönelim! Çünkü O, Fettâh ve Razzak’tır… Yahya Kemal, ‘zamanımızdan hicret edip’ yaşadığı ‘İstanbul’u fethettiğimiz günlerde’ yazdığı, yıl 1922’dir, ‘Ezan ve Kur’an’ başlıklı yazısında, Akşemseddin’in, Bizans surlarının önündeki duasını şöyle anlatır:
‘Fâtih’in Edirne’den İstanbul üzerine yürüdüğü 857 senesinin bahârını hissettim. Edirne’den İstanbul üzerine o yürüyüş, yirmi iki yaşında bir çocuk olan o Fâtih, Kostantiniyye fethine dair bir hadisin müjdesini hisseden o asker…
İhtiyar Akşemseddin’in, kocamış bir kartal gibi, kollarını açarak, top gürültüsüne karışmış bir sesle:
“Yâ Müfettihü’l-ebvâb!” diye bağırdığı tepelerden surlara baktım.’
Paul Eluard’ın, Sabahattin Eyuboğlu’nun müstesnâ Türkçe söyleyişiyle çevirdiği ‘Karartma’ şiiri, ‘Kapılar tutulmuş, neylersin, Neylersin içerde kalmışız’ diye başlıyordu. Evet, ama o kapılar açıldı ve elbette açılacak!