Yaş : Kayıt tarihi : 09/09/08
Mesaj Sayısı : 594
Nerden : İş/Hobiler : Lakap : amcasını arıyor
Konu: Hırs, aşk-ı mecazi ve siyaset ABDULLAH AYMAZ Cuma 08 Ekim 2010, 09:32
Bir önceki yazımda kalbi delip gönül tahtına izinsiz oturan dört şeyden birisi olan aceleciliği ele almıştım. Şimdi de diğerleri üzerinde duralım:Hırs da müfteristir; hemen kalbi delip içine girer.
Ondan sonra da o haris kişinin gözü hiçbir şeyi görmez. Onun için Efendimiz (sas) "Hırslı kimse, haybet ve hüsrana uğrar." buyurarak, onun zarara yuvarlandığını beyan etmiştir. Nice haris ruhlar, bir milletin maddi-manevî mahsulatını kendi hırsları uğrunda yıldızlara zar atan kumarbazlar gibi boş yere harcamaktan çekinmemişlerdir.
Aşk-ı mecazi de kalbi parçalayan ve gönüldeki İlâhî tahta oturmak isteyenlerdendir. Onun için de Allah darılır ve aksiyle tokat vurur. Bu yüzden mecaza âşık olanlar hep mâşuklardan şikayet ederler. Soruları ile Mektubâtü'n-Nur'un yazılmasına vesile olan Albay Hulusî Bey, evlilik konusunda verilecek kararın göz ile değil kulak ile olmasını tavsiye etmiştir. Göz, karşısındakinin boyuna, bosuna, endamına ve görüntüsüne vurulup yanlış bir karar verebilir ve bazen bütün hayatı boyunca pişmanlık duyar. Halbuki onu sevenler ve yakınları araştırıp, bu evliliğin uygun olup olmadığına bir meşveret havası içinde karar verirlerse, elbette bu karar daha isabetli olur.
Siyasete gelince, o da insanın iyice içine işleyip gönle girince diğer üç meselede olduğu gibi, gönül tahtını otağ edinmeye kalkışabilir ama aksiyle tokat yer. Siyaset, bir hastalık gibi kalbin en derin yerlerine sokulacak bir şey değildir. Siyasete esasen millete, hatta insanlığa hizmet için girilmelidir. Böyle olunca başkalarını da dinleyebilir ve başka siyasî anlayıştan olanların fikirlerine de değer verebilirsiniz. Yanlış yapınca da çekilmesini bilebilirsiniz. Eğer siyasete, sırf siyaset için giriyorsanız, o zaman sadece sizi alkışlayan ve yanlışlarınıza bile yahşî çekenlere bakar durur ve çoğu kere yanılırsınız. Dostça ikazları bile dinlemek istemezsiniz.
Vicdanı anlatırken temsil getirerek diyoruz ki; bir hükümdarın yanında onu seven ve yanlışlarını görünce de güzelce ikazlarda bulunan bir bilge bulunsa, eğer o bilge uyarısını yapınca hükümdar memnun olup doğru çizgiye gelirse, bilgenin eli güçlenir. Diğer ikazlar konusunda cesareti artar. Yani daha cesurca ikazlar yapabilecek konuma gelir. Ama, bilgenin sözlerinden hükümdar hoşlanmazsa ikinci ikazda bu sefer bilgenin sesi zayıf çıkar. Hele hele bir de azar işitirse artık uyarılar iyice cılızlaşır ve zaten hiç tesir etmez hale gelir...
Harun Reşit'lerin, Fatih'lerin, Yavuz Selim'lerin ve Kanunî Sultan Süleyman'ların işte böyle vicdanı temsil eden, öğütlerini aldıkları ve nasihatlarını dinledikleri yol göstericileri vardı. Bazen nefislerini yerden yere vuran sözlerini acı fakat şifalı bir ilâç ve devâ gibi alıp hazmetmeye çalışıyorlardı. Bereketini de görüyorlardı...
Ayrı bir husus... İş başında bulunanların hangi dinden ve milletten olursa olsun herkesi kucaklamaları gerekir. Çünkü hepsinin yükünü omuzlarına almış oluyorlar. Sadece dostlarına ve taraftarlarına değil, herkese... Hz. Ömer, sokakta dilenen bir gayrimüslim görünce çok üzülmüş ve derhal devlet hazinesinden maaş bağlatmıştır. Asla ayrımcılık yapmamıştır.
Allah dileseydi, herkesi tek din ve tek millet yapardı. Hikmetini bilemeyiz. Efendimize (sas) bile diğer insanlar üzerinde "Sen onlara vekil değilsin. Sen bir vekil değilsin." buyuruyor. İslamiyet güzelse (Ki, elbette güzeldir;) sen onu ahlakî değerleri ve güzellikleriyle temsil edip yaşayacaksın, beğenenler isterlerse kendileri tercihlerini yaparlar...
Böyle bir gönül zenginliğine ve genişliğine sahip idareciler İlâhî inayetlere her zaman mazhar olurlar. Yoksa darlık yaşayanlar dünyayı da insanlara dar ederler...