Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, Salı günkü sohbetinde Taksim Gezi Parkı protestoları ve sonrasında gelişen hadiseler ile ilgili değerlendirmelerde bulunmuş ve akabinde Miraç gecesi ile alakalı bir sorumuza cevap vermişti. Miraç Kandili’ni idrak edeceğimiz zaman diliminde gündemden uzaklaşmaya çalışarak sadece Hakk’a teveccühle ve hâcetlerimizi O’na arz etmekle meşgul olabilmek için o sohbetin sadece bir bölümünü hemen arz etmiştik.
Şimdi de sohbetin gündemle alakalı kısmını sunuyoruz. 27:41 dakikalık sesli ve görüntülü dosyalar halinde paylaşacağımız “günün nağmesi”nde muhterem Hocamız şunları anlatıyor:
Yol peygamberlerin yoludur. Peygamberlerin varislerinin evliyanın, asfiyanın yoludur. Seleflerimizin yoludur. Dünyada devletler muvazenesinde muvazene unsuru, devletler te’sis etmiş, ruh ve mana kökleriyle beslenen ecdadımızın yoludur.
(O yolu takip edemediğimiz için) başa çıkamıyoruz problemlerle gördüğünüz gibi. Bir yerde bir haksızlığı bastırmak için elli türlü haksızlık yapıyoruz, elli türlü zulme giriyoruz. Elli türlü i’tisafa (zulüm ve haksızlığa) sebebiyet veriyoruz. Kinleri, nefretleri körüklüyoruz. Üstesinden gelinmez bir şeye sebebiyet veriyoruz.
Günümüzde de gördüğünüz gibi... Belki daha büyüğü de vardır bunun. Kitabu’l-fiten ve’l-melâhim’de Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’in haber verdiği zaviyeden bakılacak olursa, daha büyüğü var. Bunlar bir yönüyle numune gibi bir şey. “İnsanlar birbirini öldürecek, kâtil niye öldürüyor bilemeyecek; maktul neden öldü, o da bilemeyecek.” İnsanlara mal açısından, can açısından zarar verilecek, üst üste zayiatlar yaşanacak, fakat bunların hiçbirinin mantığı olmayacak, hiç birinin kıymet-i ilmiyesi, kıymet-i akliyesi diyelim, olmayacak. Böyle karambole gidecek işler. Kitabu’l-fiten ve’l-melâhim.. detayları ile hadis-i şerif anlatıyor. Onlara göre bunlar, herhalde mikro planda cereyan eden şeyler.
Hafife almak, akıllı Mehmet’in işine benzer: Kırkı bir uçurumdan aşağı inmek için el ele tutunmuşlar, el ele tutunarak oradan inmek istemişler. Sonra hepsi çözülmüş, yere düşmüşler; otuz dokuzu ölmüş, birinin de kolu-kanadı kırılmış. Demişler, “Akıllı Mehmet ne oldu?” “Sormayın, demiş, az daha bir sakatlık çıkaracaktık.” Umursamaz ruhlar, anlamaz düşünceler meseleye böyle bakacak.
Beri tarafta da birileri… Niye vuruyorlar? Niye öldürüyorlar? Niye zayiata sebebiyet veriyorlar? Ne günahı var o masum insanların ki camlarını kırıyorlar; molotof kokteyli atıyorlar yurtlara, pansiyonlara, evlere, okullara, üniversitelere, hatta banka şubelerine!.. Öyle bir mantıksızlık, gayr-i insanîlik alıp gidiyor.
Şimdi “Bütün bütün böyle.. bir hak arama meselesi hiç yoktur!” derseniz, oradaki bazı masum insanları, masum istekleri de görmezlikten gelirsiniz. Bir kere başta, biz onları ihmal etmişiz. Onlar bizim ihmalimizin meydana getirdiği nesillerdir. Saniyen; bazı makul istekleri vardır onların. Hakikaten “Bir park.. ağaçları sökülmemeli; insanların gezisine müsait hal, o durum, o tablo korunmalı!” diyebilirler, öyle değerlendirebilirler. “Ekosistem” diyebilirler, “Yeşili öldürüyorsunuz!” diyebilirler. Fakat sonra bunu yaparken, orada denge korunamayabilir. Bu defa kendileri yeşili öldürürler. Kendileri genel ahengi bozarlar, ekosistem diye bir şey ortada bırakmazlar. Böyle bir başka mevzudaki duyarsızlık, az meseleyi anlayamama, başka tarafta farklı bir tefrite sebebiyet verir veya farklı bir ifrata sebebiyet verir, hafizanallah.
Fakat, bir yönüyle bizim bir zayıf yanımızı, bazı masum insanların belki zayıf yanları sanılan masum isteklerini istismar etmek isteyen dışta ve içte bir sürü, böyle kulaklarıyla genel havayı almaya çalışanlar da var. Hani bazı mahluklar, kulaklarıyla havayı almaya çalışırlar, kıpırdatırlar kulaklarını, sesleri duymaya çalışırlar. Onlar, böyle bir şeyi duyunca (istismar ederler.) Şimdi dünyada bütün medya Türkiye’nin aleyhinde; burada da öyle, başka yerde de öyle, Avrupa’da da öyle. Sanki kıyamet kopmuş gibi bir halleri var. Suriye’de kıyamet kopuyor umurlarında değil. Irak’ta kıyamet kopuyor umurlarında değil. Daha dünyanın değişik yerlerinde canlı bombalar umurlarında değil. Fakat Türkiye bölgede muvazene unsuru olma durumunda bir devlet.. belli kazanımları olan bir devlet.. belli yere gelmiş bir devlet. İşte bir taraftan o masum istekler.. o masum isteklerin içte bazı kimseler tarafından istismar edilmesi, belli ideolojilere kurban edilmesi o masum isteklerin.. başkalarının da bu meseleyi kendi hesaplarına derinlemesine değerlendirmeleri.. bizim gafletimiz, bizim cehaletimiz, bizim görmezliğimiz; başkalarının uyûn-u sâhire şeklinde, hiç uyumayan gözler şeklinde bizi bir kere daha kündeye getirme adına zemin oluşturma gayretleri. Olan, o oldu.
Bu tablo.. bunu Sahib-i Şeriat haber vermiş. İnsanlar kendi ruh ve mana köklerinden koparılınca böyle olacak, haber vermiş onu.
Meseleye bu zaviyeden yaklaşınca zannediyorum, biz de bakış zaviyemizi bir kere daha gözden geçirmemiz lazım. Acaba kabahat bu meselelere karşı umursamazlık içinde bakan, her şeyi hafife alan, “şuydu, buydu” deyip geçiştirende mi? Yoksa sokakları bir yönüyle harp meydanlarına çeviren insanlarda mı? Ya da bütün bunların kabahati, sistemde mi? Bizim iyi nesiller yetiştiremeyişimizde mi? Onlara yürekten sahip çıkamayışımızda mı? O zaman sistemin gözden geçirilmesi lazım. Bizim, düşüncelerimizi bir daha gözden geçirmemiz lazım. Biz ettiysek bunları, bence, kendimize dönerek, kendimizle yüzleşerek, burada kendimizle hesaplaşarak, daha büyük hesaplarla karşı karşıya kalmamızdan sıyrılmamız lazım. Şimdi kendimizle yüzleşmezsek şayet, kendimizle hesaplaşmazsak, altından kalkamayacağımız hesaplarla karşı karşıya kalırız, hafizanallah. Terbiye sistemlerimizi gözden geçirmemiz lazım. Kimler o çocuklar? Kimin çocukları o sokaklarda mantıksızca hareket edenler? Hak davası değil o! Hak davası olsa, bir yerde toplanırlar, duygularını dile getirirler, ifade ederler orada, efendice, insanca, eğitim görmüş insanca, ayrılır giderler. Anlayan anlar, anlamayanlar için bir daha çıkar, derler o meseleleri. Organize olurlar bir yönüyle. Madem seçim sandıkları var; onu millete havale ederek, sandığa havale ederek, orada o mevzuda ciddi gayret sarfederler, çalışırlar. Ayakları altlarına gelmeden, gece-gündüz koşturur dururlar; insanları ikna ederler, “Şunu beğenmiyoruz, bunu beğenmiyoruz” derler. Beğendikleri bir şey varsa, onu intihab ederler. Onu da beğenmezlerse, beklerler sabırla; bir başka fasılda onu da bir yönüyle bertaraf eder, başkasını intihab ederler.. başkasını intihab ederler...
Demek ki, aslında biz bize etmişiz. Tabanda mesele.. toprak kirlendiğinden dolayı, kuvve-yi inbatiyesini kaybettiğinden dolayı, atmosferi, ozonu deldiğimizden dolayı, güneş şuaları ters geldiğinden dolayı, her şey aleyhte cereyan ettiğinden dolayı, böyle nesebi gayr-i sahih bir kısım hadiseler ve onu temsil eden bir kısım nesiller oluşuyor. Bunları düzelteceğimiz ana kadar da, tabir-i diğerle, problemi insanda çözeceğimiz ana kadar da problem çözülmeyecektir. Bizim bize bakmamız lazım. Biz aslında bize ettik yani. Sistemi gözden geçiremedik; “Nasıl yaparsak bu nesiller ciddi nefis muhasebesi içinde, bir nefis muhasebesi yapan nesil olarak yetişir, insan olarak yetişir; tahribatları tahribatla karşılamak değil de, tahribatları tamiratla gidermeye çalışan bir nesil yetişir?” Düşünmedik bunları.
“Siz kendinize bakın! Siz hidayette, doğru yolda, istikamette olduktan sonra başkaları size zarar veremez.” (Mâide, 5/105) Sizin istikametiniz, hakkaniyetiniz, vifak ve ittifakınız, en olumsuz şeyleri bile nötralize eder, onları tesirsiz hale getirir. Biz bize bakmadık esasen. Hidayette olup olmadığımızı, doğru yolda olup olmadığımızı kontrol etmedik. Başıboş nesiller yetişti; ne doğru ne yanlış onu bilmeyen nesiller yetişti. Biz umursamazlık içinde baktık. Çok defa onları hafife aldık. “Bir avuç” dedik onlara.. ve onlar da azgın, esirmiş insanlar gibi sağa sola saldırdılar.
Onlara acımak lazım, şefkat etmek lazım. Çünkü insani değerleri ayaklarının altına alıyorlar. Kendi değerlerini ayaklarının altına alıyorlar. Belki bugün olmasa bile, yarınlar adına onları ıslaha matuf sistemler oluşturmak lazım. Ne yapmalıyız ki, bunları zabt u rabt altına alalım? Ne yapmalıyız ki ahsen-i takvime mazhar olduklarını hatırlatarak, bunları insani çizgide bir araya getirelim? İnsanlara zarar vermesinler, insani değerlere zarar vermesinler. Ülkeye zarar vermesinler. Başkalarını ülke aleyhinde bizim zaaflarımızdan istifade ederek üstesinden gelinmez bir kısım projelerle karşı karşıya bırakmasınlar.
Siz bir zaaf tavrı sergilediğiniz zaman başkaları onu değerlendirmeyi düşünür. Hazır böyle zayıflamışken, titriyorken -Devlet-i Aliyye’nin başına balyozlar indirip parçaladıkları gibi, bugünkü o çirkin tabloyu meydana getirdikleri gibi- bir avuç, daracık bir ülkede bir avuç insan, onlara da aynı şeyi yapar, parçalarlar onu. Fakat o parçalanmada en önemli faktör bizim zaafımızdır. Kendi içimizde didişmemizdir, birbirimizle yaka-paça olmamızdır.
Bugün böyle gitse de bence aklı başında kanaat önderleri, ilim adamları, psikologlar, pedagoglar bir araya gelerek, müşterek akıl bir araya gelerek, bu mevzuda projeler oluşturması lazım. Ne yapalım ki, insani çizgisini koruyamamış nesilleri bir kere daha insani çizgide birleştirelim? Bir Söğüt ruhuyla onların yeniden bir büyük devlet olmaya yürümelerini sağlayalım, Allah’ın izniyle inayetiyle?!.
Biri olup biten şeyleri hafife alırsa, yangını hafife alıyor gibi, savaşı hafife alıyor gibi… Cahiliye şairi zannediyorum, İmrüü’l-Kays diyor ki, “İki şey vardır ki, onları belki siz başlatırsınız, fakat durdurmak istediğiniz yerde artık durduramazsınız: Birisi yangın, birisi de savaştır.” Biz bunların ikisini de gördük. Bir kere bir yerde yangın çıkarırsanız.. onu hakiki manasıyla da mecazi manasıyla da düşünebilirsiniz; hal-i hazırda olan şeylerin de birer yangından farkı yoktur. Bir de savaş mevzu. Bir macera uğruna, maceraperest, devlet idaresinden anlamayan insanlar, Karadeniz’de Rus donanmasına, iki tane bomba atmak suretiyle devletler muvazenesinde muhteşem bir devleti tarumar etmişlerdir. Bağışlayın, belki selefi hayırla yad etmek bizim için terbiyenin gereğidir, fakat ben bir türlü affedemiyorum onu. Muvazene unsuru bir devletin yıkılmasını affedemiyorum; ona sebebiyet verenleri de affedemiyorum. Allaha hesap versinler. “Cehenneme girsinler” demiyorum, Allaha hesap versinler. Çünkü o çok önemliydi. İnsanlığın İftihar Tablosu’yla alakalı Voltaire’in bir piyesi oynadığı dönemde -ki Hasta döneminde, Abdülhamid dönemi, “hasta devlet” diyorlardı, “Le Sultan Ruj” diyorlardı, Fransızların uydurması, “Kızıl Sultan” diyorlardı- ültimatom çektiğinde, orada perdeden indiriyorlardı o piyesi. “Bütün Hindistan’ı ayaklandırırım ve yürütürüm üzerinize!” diyordu; o hasta döneminde bile haykırdığı zaman, böyle hasta bir aslanın haykırması gibi, ormanda herkes bir kere daha hizaya geliyordu. İşte onu yıktılar, tarumar ettiler. Bugünkü tarumar olmamızın arkasında o vardır. Savaş başladı ama arzu ettiğiniz yerde onu durduramadınız. Her şeyi seylaplar halinde önüne kattı, sürükledi götürdü.
Yangın ve savaş.. siz başlatsanız bile arzu ettiğiniz yerde onu durduramazsınız. O nerede duracaksa, gider orada durur. O açıdan da mesele küçükken, bir mangal közü halindeyken onu söndürmesini beceriyorsanız, orada söndürmeye bakın. Yoksa bir alanı aldığı zaman, bazen üstesinden gelemezsiniz. İtfaiyeler onunla başa çıkamaz. Onun için çok küçük bir tulumbayla bile söndürülebilecek küçük bir yangında bile, bence bütün itfaiye erlerine seslenmek lazım; “Tulumbanı al, yetiş imdada, yangın var!” diye seslenmek lazım. “Dedim: Zahirde mi aşık? Dedi: ‘İhfada yangın var!” “Sefine-i kalbime alevli bir kor attın ey dost / Bülend âvâz ile dersin, bakın deryada yangın var!” (Sûzî) Derya da yanınca milletin işi bitmiş demektir. Şayet ilim yuvalarına bombalar atılıyorsa, en masum insanlar öldürülüyorsa, birileri gaz bombalarıyla boğuluyorsa, kör ediliyorsa ve bazı kimseler de arka planıyla bunu görmemek körlüğü sergiliyorsa, göremiyorlarsa, hafizanallah, yangın büyür.
Ben milletin o ölçüde karakterinin bozulduğuna ihtimal vermiyorum, kötüsüyle bile; fakat karşı taraf, sizin bir muvazene unsuru haline gelmenizi istemeyenler, bunu değerlendirebilirler. Kim değerlendirebilir? Doğunuzdaki değerlendirir, güneydoğunuzdaki değerlendirir, güneyinizdeki değerlendirir, batınızdaki değerlendirir. Problemler sarmalı içinde olan bir ülkemiz var bizim. Biri bile bir yönüyle sizdeki her şeyi karıştırabilir. Oysa ki gizli, açık-kapalı bir ittifak var. Sizin bir adım ileri gitmemeniz için bir ittifak var. Siz kendi kendinize teselli olun, “falan yerde bahar, filan yerde bahar..” Buz gibi hazan rüzgarları esiyor. Buz gibi..
Akıllı davranmak lazım, en küçük gaileleri, badireleri çok büyük görmek lazım; akıllıca üzerine yürümek lazım. Bir karınca istilasına maruz kalmışsanız, karınca deyip geçmeyin. Karınca istilasıdır bu; sizin yağ çanaklarınıza, bal çanaklarınıza kadar girerler, zehir taşır ve kirletirler oraları; hafife almayın. Olumsuzluğu hafife almak, zihnin hafifliğinden kaynaklanır, mantık hafifliğinden kaynaklanır, muhakeme hafifliğinden kaynaklanır. Her şeyi olduğu gibi görmek çok önemlidir. O zaman isabetli projeler, planlar ortaya koyma imkanı doğar.
Bu, geleceği imar etmeye, ihya etmeye, bir ba’s u ba’de’l-mevt hadisesini gerçekleştirmeye kendini adamış, adanmış ruhlar, bu mevzuda çok temkinli olmalıdırlar, çok temkinli. Çünkü üzerimizde olan şey, bizden evvelki nesillerin bize emanet ettikleri bir emanettir. Şahsımıza ihanet olsa, bir cinayet olsa, umursamazlığa girebiliriz; fakat amme hukuku diyebileceğimiz, dolayısıyla Allah hakkı diyebileceğimiz; zaten islami hukuk sisteminde amme hakkı, aynı zamanda Allah hakkı demektir; işte ona, ihanet etmeye, ihanet ettirmeye, ihanet edilmesine göz yummaya hakkımız yoktur. Allah, hesabını ağırca sorar. Bir millete, koskocaman bir millete ihaneti netice verecek şekilde bir kısım hadiseleri, kollarımızı gererek böyle, “Burası çıkmaz sokak” Şair-i şehirimizin sözü, “Kalabalıklar, burası çıkmaz sokak” demiyorsak şayet, hafizanallah mesele öyle büyür ki, o emanete ihanet etmiş oluruz. Oysa ki bizim vazifemiz; şimdilik ne ölçüde bizim omuzlarımızda olursa olsun, gelecek nesillere, emin nesillere o emaneti teslim edeceğimiz ana kadar, canımız gibi, onurumuz gibi, şerefimiz gibi, namusumuz gibi onu koruma mecburiyetindeyiz. Gerisi Allah’ın bileceği şey. “Zâlimlere bir gün dedirtir Kudret-i Mevlâ / Tallâhi lekad âsereke'llâhü aleynâ.” (Ziya Paşa) (Düşün ki, Hz. Yusuf'a ne kadar zulmettiler. Allah'ın kudreti bir gün zalimlere, Hz. Yusuf'un kardeşlerinin dediği gibi, “Şüphesiz ki, Allah seni seçkin bir insan halinde bize üstün kıldı.” (Yusuf Sûresi, 12/91) dedirtir.)
Çok dua okuyun fitnelere karşı. El-Kulûbu’d-Daria taksim edin. Ashab-ı Bedr’i okuyun; o zatlar ruhanî varlıklar, semavî varlıklar gibi.. değişik tecrübatla görülmüştür, tecrübat-ı kesire ile görülmüştür, değişik problemler üzerine Allah onları yürütmüştür. O çözülmez gibi görünen problemler, Allah’ın izn u inayetiyle çözülmüştür.
Bizim elimizden fazla bir şey gelmez, belki benim şu söylediklerim bile beyhude laflardı. Aslında biz kendimiz düzeleceğimiz ana kadar...
Osman Tarı’dan dinlemiştim: İlk meclis milletvekillerinden Tahir Efendi adında bir zat vardır. Bu zat, ulemadan, fuzelâdandır. Diğer milletvekilleri meydanlarda nutuk atarken, Tahir Efendi, bir köşede hep susmayı tercih eder. Bir gün taraftarları ısrarla, “Efendi, sen de bir şeyler söylesen; herkesin vekili konuşuyor, herkes kendi vekiliyle iftihar ediyor, sen de bir konuşsan da bizim de göğsümüz kabarsa!..” derler. Tahir Efendi, az fakat öz konuşan bir insandır. Onlara şöyle cevap verir: “Muhterem cemaat, şunu biliniz ki, siz; “müntehib” (seçen)siniz. Ben ise; “müntehab”ım (seçilen). Gideceğimiz yer ise; “müntehabün ileyh” (kendisi için seçim yapılmış yer, Millet Meclisi)dir. Sizin yaptığınız işe de “intihab” (seçim) denir. İntihab ise “nuhbe” kelimesinden gelir. Nuhbe, kaymak demektir. Unutmayın ki, bir şeyin altında ne varsa kaymağı da o cinsten olur; tabanında ne varsa tavanına da o vurur. Yoğurdun üstünde yoğurt kaymağı, sütün üstünde süt kaymağı, şapın üstünde de şap kaymağı bulunur.”
Ben bunu dinleyince dedim: Tahir Hoca, Senin kerametin bu; Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) “Nasılsanız öyle idare edilirsiniz!” hadis-i şerifini böylesine veciz bir menkıbeyle ifade, hakikaten hiç olmamıştır şimdiye kadar...
Meselenin dipten ele alınmasına, çerik-çürük hale gelmiş, enkaz halindeki bir neslin yeniden elden geçirilmesine, restorasyona tabi tutulmasına ihtiyaç var. Hazreti Pir’in ifadesiyle, “Asırlardan beri, rehnedar olan bir kalenin tamiriyle mükellefiz.” Asırlardan beri, gelen bir tarafını yıkmış, giden bir tarafını yıkmış, böyle bir kalenin tamiriyle mükellefiz. Onun sorumluluğuyla karşı karşıya bulunuyoruz. Sorumluluğumuzu çok iyi kavramamız lazım. Mesele dipten ele alınmazsa, nesillerin ıslahıyla işe başlanmazsa; o nesillere, o masum nesillere, ruh ve mana köklerinden akıp gelen şeyler tanıttırılmaz, duyurulmaz, ruhlarına içirilmezse; beyinleri onların elden geçirilmezse, nöronlarına onların yeni bir adab u erkan talim edilmezse, bu azgınlıklar devam eder. Biz de hep böyle plansız projesiz, azgınlara karşı azgınlıklara karşı tepki göstermek, reaksiyon göstermek suretiyle sadece karbondioksit atmış oluruz. Kabadayılık yapmış oluruz. Meselenin dipten ele alınmasına ihtiyaç var. Problemimiz nedir bizim? Bu nasıl giderilir, nasıl tamir edilir? Meselenin öyle ele alınması, peygamber yolunda yürünmesi lazım.
İnsanlığın İftihar Tablosu, işaret parmağıyla kameri iki şakk eden İnsanlığın İftihar Tablosu, yirmi üç sene ciddi bir cehd ve gayret içinde. Yoksa ellerini kaldırıp “Allahım, bütün kalbleri ıslah eyle” deseydi, anında Allah o kalbleri ıslah ederdi. Fakat O bir Rehber’dir, bir Muallimdir. İnsanlar nasıl terbiye edilir, ne kadar bir cehde ihtiyaç var, o mevzuda ne kadar sancı çekmeye, beyin zonklatmaya ihtiyaç var, kasık tutmaya ihtiyaç var? Allah Rasulü, çekerek onu göstermiş. Bu iş böyledir, bunu değiştirmeye gücünüz yetmez. La tebdile li halkıllah; Bu Allah’ın değişmeyen bir kanunudur. Fakat insanların çoğu kör ve sağır, bunu bilmiyorlar. Bilmiyorlar bunu. Yol bu, yöntem bu. Yine Şair-i şehirin ifadesiyle “Gerisi angarya!” Ey senelerden beri sürüm sürüm olan nesiller, “ayağa kalk artık Sakarya!..” Vesselam.
323. Nağme: Taksim Gezi Parkı Hadiseleri ve Problemlerin Temeli