‘X günü' tabiri, eksik kalmış bir darbenin lideri tarafından söylenmiş vaktiyle. Hem de duruşma esnasında, müdafaa mevkiinde.
Sanık, darbecilik/cuntacılık suçlamasıyla askerî mahkemede yargılanırken X günü'nün gerekçelerini saymış, felsefesini yapmış. Ne var ki mahkeme o lafları dikkate almamış, idam cezası vermiş. Askerî Yargıtay idam cezasını onaylamış. Türkiye Büyük Millet Meclisi de idam kararını haklı ve adil bulunca sanık, X günü'nü göremeden idam sehpasında son nefesini vermiş.
Albay Talat Aydemir'den bahsedildiğini anladınız. 1960 darbesi yapıldığında yurtdışı görevinde olan, ama döndüğünde darbeyi yetersiz gördüğü için iki defa darbe teşebbüsünde bulunan Albay Talat, müdafaasını 25 maddede özetlemişti. ‘İhtilal' gerekçesini açıklarken kullandığı 3. madde darbecilerin psikolojisini şerh etme açısından önemli. Diyordu ki: “Hedefine varmamış ihtilaller, yüzde yüz zaman fasılalarıyla tekrar edilir. Canlı misali 27 Mayıs 1960 sonrasındaki 13 Kasım 1960, 6 Haziran 1961, 22 Şubat 1961, 21 Mayıs 1963 ve istikbaldeki X Günü...”
Kanlı 1960 darbesinin akabinde yaşanan darbe teşebbüsleri çoktan unutulup gitti. 27 Mayıs'ta düşük rütbeli subaylar hem hükümeti esir almış hem de üst rütbeli subayları tasfiye etmişti. Ancak ‘genç subaylar' hâlâ rahatsızdı. Bunun üzerine 6 ay sonra ‘darbe içinde darbe' oldu ve subaylardan bir kısmı sürgüne gönderildi. Tarihe “14'lerin tasfiyesi” olarak geçen hadise, ordu içinde bir iç hesaplaşmaydı. Hesaplaşma, çatışmaya dönüşseydi tayinler kanlı bitecekti.
Sular durulmadı buna rağmen, gizliden gizliye cuntalar kuruluyordu. Silahlı Kuvvetler Birliği, Cemal Gürsel'e 1960 darbesinden bir yıl sonra muhtıra verdi. Görevinden alınan Hava Kuvvetleri Komutanı İrfan Tansel'in vazifesine iade edilmesi istendi. Türk ordusunun düştüğü acziyete bakın ki Tansel yeniden aynı koltuğa oturdu; silah zoruyla, muhtıra şantajıyla.
Talat Aydemir, bir darbe teşebbüsünde bulundu ama başaramadı. Görevinden alındı ama herhangi bir cezaî işlem yapılmadı. Huylu huyundan vazgeçer mi? O da vazgeçmedi. Özel bir yasa ile affedilip görevinin başına dönünce tekrar darbe yapmak için kollarını sıvadı. Ne var ki radyoevini ele geçirip bildiri yayınlayarak yönetime el koymak onun sandığı kadar kolay değildi artık. Hava Kuvvetleri'nin İsmet Paşa hükümetine destek vermesi ve radyonun şalterinin bir merkezden indirilip elektriklerin kesilmesi (bugün için komik gelse de) darbeyi akim hale getirdi. Artık tek çıkış yolu kalmıştı Albay Talat'a: Teslim olmak ve ilk fırsatta tekrardan darbeye teşebbüs etmek. Bir daha fırsat yakalayamadı Talat. Sıkıyönetim mahkemesi ona ve arkadaşlarına idam cezası verdi. Askerî Yargıtay o cezaların önemli bir kısmını yumuşattı. Buna rağmen Talat ve has adamı Fethi Gürcan idam cezasından yakasını kurtaramadı. Meclis de idam kararını onaylayınca son nefeslerini darağacında almış oldular.
Albay Talat Aydemir yaşasaydı ne yapardı? Tabii ki darbe. Zaten o yüzden kendini savunurken darbelerin kaçınılmaz ve gerekli olduğunu 25 madde ile anlatıyor. Yarım kalmış darbelerin bir X günü'nde mutlaka tamamlanacağını söylüyor. Nitekim cuntalar boş durmadı ve 9 Mart 1971'de darbe teşebbüsünde bulundu. İdam kararının caydırıcılığına rağmen cuntaların önü alınamıyordu. Baas tipi bir darbeyi sol aydınlarla beraber yapmak isteyen askerler, ava giderken avlandı ve 12 Mart muhtırası verildi. Bazıları için X günü bir türlü gelmiyordu.
1971'den sonra da Türkiye, defalarca darbe ile yüz yüze geldi. Hiyerarşi sağlanınca darbelerin yönü emir-komuta zincirine uygun bir rotaya kaydı. 1980 darbesi öyle yapıldı. 28 Şubat darbesi de komutanların uyumu ile icra edilebildi. 2002'de AK Parti iktidara gelince darbe planları raflardan indirildi. Ayışığı, Yakamoz, Sarıkız, Balyoz gibi bir sürü darbe planları yapıldı. Darbe için uluslararası konjonktür müsait değildi, üstelik komuta kademesinde darbe uzlaşması sağlanamadı. Ayrıca sivil toplum artık daha güçlüydü. Halkın siyasi istikrar talebi net bir şekilde ortaya konunca darbeler akim kaldı. 27 Nisan 2007 muhtırası da başarısız oldu, çünkü önü arkası iyi hesaplanamamıştı...
Bugün darbe tehlikesi var mı? Herkes biliyor ki evet, tehlike var; çünkü yapısal değişiklikler henüz yapılmış değil. Darbe teşebbüsleri mahkeme karşısında hesap veriyor ama darbeci zihniyeti besleyen faktörler hâlâ dimdik ayakta. Balyoz duruşmasında karar verilirken davanın 1 numaralı sanığı Çetin Doğan, mahkeme başkanına tehdit içeren cümleler sarf edebiliyor. Bazı ses kayıtlarında “rövanş” diyen generallere rastlanıyor. Bekir Bozdağ, darbelere yasal gerekçe haline getirilen 35. madde için “İzi bile kalmayacak.” demiş. 35. maddenin kaldırılması iyi bir adım olur; ama darbeleri önlemeye kâfi değil. Sadece askerlerde değil, sermaye çevrelerinde, aydınlarda, medyada vs. darbecilik döneminin kapanması gerekiyor. İşin doğrusu küçük ama etkin bir zümrede hâlâ X günü bekleniyor; üstelik bu çağda, bu toplumda...
Komisyon mu mahkeme mi?
Meclis Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Başkanı Nimet Baş, “Ortada bir suç varsa ve olduğu gibi bütün unsurlarıyla duruyorsa yargılanması gerekir. O da savcıların işi, bizim değil.” demiş. Nimet Hanım, haklı. Meclis Araştırma Komisyonu önemli bir iş yapıyor; ancak onun yaptığı icraatla mahkemelerin yaptığı işi birbirine karıştırmamak gerekiyor. Meclis Araştırma Komisyonu'nun herhangi bir yaptırımı yok, ama hadiseleri birinci ağızdan tarihe kaydetme özelliği var. Keşke bu komisyonlar Batı'da olduğu gibi halka açık şekilde (public hearing) çalışsa ve toplum orada sorulan soruları da alınan cevapları da anında seyredebilse. İşte o zaman demokratik toplumlardaki şeffaf denetimin ne anlama geldiği teyit edilmiş olur. Her neyse...
Komisyon'a gelen bazı medya mensuplarına kritik birtakım sorular yöneltilmeyince ağır eleştiriler yapıldı. Hatta Komisyon üyelerinin derslerine iyi çalışmadığını ve zor sorular sormadığını söyleyenler oldu. Tamamen haksız değil bu tenkitler; lakin bu komisyonu mahkeme ile karıştırmamak gerekiyor. Komisyon'un kendini yargı yerine koyması mümkün değil zaten; çünkü hiçbir yaptırımı olmayan Komisyon'a öyle bir sorumluluk yüklenemez. Bu nedenle ne yargıdan rol çalmaya gerek var; ne de Komisyon'a olmayacak vazifeler atfetmeye. Daha önce Susurluk sürecinde yaşadık. Meclis, olayın aktörlerini çağırıp dinledi ancak yasal süreç, bu dinlemelerden etkilenmedi. Yine de orada konuşulanlar tarihe önemli bir vesika olarak kaldı.
Karışıklık biraz da oraya gelip konuşan bazı kişilerin estirdiği rüzgârdan oluşuyor sanki. Ağır eleştiriler altındaki bazı kişiler, Meclis Komisyonu'ndan çıktıktan sonra sanki aklanmış, beraat etmiş gibi bir fotoğraf veriyor. Oysa darbeleri araştıran Meclis Komisyonu'na gelip konuşmak ne darbecilikle suçlanmak anlamına geliyor, ne de darbecilik suçlamasından hukuken aklanmak manası taşıyor. Bu durum Komisyon Başkanı Nimet Baş'ın da dikkatini çekmiş olmalı ki Komisyon'dan savcılık yapmasının beklenmesini yanlış buluyor ve diyor ki: “Komisyonda kriminal anlamda suç oluşturacak bir belge, bir beyan olursa o zaman görevini yapması gerekenler devreye girecektir.” Durum tam da budur...
KİTAPLIK
Türkiye’nin en önemli şairlerinden, yazarımız Hilmi Yavuz yeni bir şiir kitabı çıkardı: Yara Şiirleri. Hoca’yı yakından takip edenler bilir; her şiir kitabı farklı bir tema etrafında örgülenir. Doğu Şiirleri, Yaz Şiirleri, Ayna Şiirleri, Çöl Şiirleri… kitaplarının isimlerinden bazıları. Bu kez odakta “yara” var. Hayata ve kâinata şairane bir bakışla bakanların yazdıkları, okuyanları günlük meşgalelerden sıyırıp farklı ufuklarda dolaştırıyor. Şairane üsluba bir örnek de Nazan Bekiroğlu. Nar Ağacı isimli kitabı, şu sıralar meraklıların ellerinde dolaşıyor. Osmanlı’nın “savaş yılları” olan 1900’lerin başında geçiyor roman. Hem o yılların ızdırabını, hem de masalsı hikâyelerin tadını bir arada alıyorsunuz.
Bu seneki 27 Mayıs sene-yi devriyesinde, darbeciler tarafından alaşağı edilen merhum Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun’dan kalan hatıratı yayımlamıştık. O satırlarda bir darbenin anatomisini görmek mümkündü. Darbecilerin pervasızlığını, Yassıada’da bekleyenlerin yaşadıklarını, “güç kavgası” adına hiçe sayılan değerleri okuduk. Şimdi o harika çalışma kitaplaşıyor, Kasım ayında kitapçılarda olacak. Haber müdürümüz Fatih Uğur ve muhabir arkadaşımız Mustafa Gürlek’in kalemlerinden anlatılan hikâye, haberlerdeki detayların arşive ve tarihe mal olması adına oldukça önemli.
H. Emre Oktay,27 Mayıs darbesi yapıldığı sırada İstanbul emniyet müdürü olan Faruk Oktay’ın oğlu. Babasının idamla yargılanacağını öğrenen Oktay ailesine, Yassıada’da duruşmalar tamamlanmadan önce Faruk Oktay’ın vefatı bildiriliyor. Emre Oktay, 27 Mayıs darbesi hakkında kitapları olan birisi aynı zamanda. Dönemle ilgili dördüncü kitabı, “Adnan Menderes nasıl öldürüldü?” başlığı ile yayımlandı. Bu kez olaylar Adnan Menderes ve ailesinin yaşadıkları ekseninde anlatılıyor. İyi ki son zamanlarda 27 Mayıs’ta yaşanan zulümler canlı tanıklıklar ve böyle kitaplarla gündeme geliyor da, darbeciliğin acı hatıraları ibretlik vesikalar olarak hafızamıza işleniyor.