Salı günü bu köşede çıkan ‘Mumcu’nun katili’ hâlâ mı ‘Ortaçağ karanlığı’ başlıklı yazımla ilgili olarak bir arkadaşım telefonla aradı, “Kaçak güreşmişsin, orada asıl Güldal Mumcu’yu eleştirmeliydin”dedi ve şöyle devam etti: “Eşinin öldürülmesini, kendi otoriter-militer iktidarlarını sürdürmek için sahte gerekçelere bağlayanlar ortadayken ve bu yöndeki propaganda yıllar boyunca sürmüşken, Yeşil gibi bir adamın kendisini ziyaretini nasıl kamuoyuyla paylaşmaz? Üstelik de bu insan, tepelenmek istenen Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin başkan yardımcılığı koltuğunda oturuyor... Böyle bir şey olabilir mi?”
Bu yönde başka eleştiriler de aldım...
Bu eleştirilere cevap vermek amacıyla, bugün için yazmaya söz verdiğim yazıyı erteliyorum. (Yani,Güldal Mumcu’nun kitapta anlattıklarından yola çıkıp geriye, Uğur Mumcu’nun cenaze törenine ve oradaki siyasal duygunun benzerlerinin eşlik ettiği başka tören ve gösterilere bakma işini salı gününe bırakmış oluyorum.)
Arkadaşıma, “kamusal sorumluluk” çerçevesinde Güldal Mumcu’ya böyle bir eleştirinin getirilebileceğini, fakat onun, kocası bombalarla parçalanmış iki çocuklu bir anne olduğunu düşününce, böyle bir eleştiriye elimin varmadığını söyledim ve şu tablo üzerinde düşünmesini istedim:
Kocasını karanlık bir siyasi cinayete kurban veren bir kadından, bir anneden söz ediyoruz... Ve bir gün, bir kurban bayramında, ülkenin bildiği en acımasız adamlardan biri, ellerinden tuttuğu biri kız biri erkek iki çocukla birlikte, biri kız biri erkek iki çocuğuyla birlikte yaşayan o anneyi evinde ziyaret ediyor... Kocasının ölümüyle ilgili birçok şeyi bildiğini gösteren sözler söylüyor; “tetikçiyi bulsak size yeter mi” mealinde bir soru soruyor, muhatabının “hakikatin tamamını” istediğini duyunca huysuzlanıp “siz de çok şey istiyorsunuz ama” anlamına gelecek sözler sarf ediyor ve adınınMahmut Yıldırım olduğunu vurguladıktan sonra çekip gidiyor. (İlk yazıda vermediğim bir bilgiyi burada vereyim... Güldal Mumcu, Mahmut Yıldırım’ın “Yeşil” olduğunu, ziyaretten dört ay kadar sonra, gazetede onun fotoğrafına tesadüfen rastladıktan sonra anlıyor.)
Güldal Mumcu’yu eleştirmeye elim varmadı ama...
Yazıyı yazarken bana yön veren duygu, arkadaşımın eleştirisinden sonra da değişmedi; bence Güldal Mumcu, başta Yeşil’in ziyareti olmak üzere bildiği bir dizi hakikati, çocuklarını esirgemek amacıyla gizledi bugüne kadar. Dolayısıyla da “niye gizledin” diye ondan hesap sormaya vicdanım hâlâ elvermiyor.
Arkadaşımı ikna edemedim...
Fakat Güldal Mumcu’nun sorumluluğu faslında dile getirmekten kaçınamayacağım başka bir nokta var, o da şu:
Güldal Mumcu, hadi, çocuklarını esirgemek maksadıyla bildiği bazı gerçekleri kamuoyuyla paylaşmadı... Peki, bunları bile bile nasıl yıllar boyunca kendisi de “Uğur Mumcu’nun katili Ortaçağ karanlığı” propagandasının bir parçası olmaya devam etti?
Bilge Emeç’in ruh hâli...
Tam bu noktada, Uğur Mumcu’yla en cüretkâr noktasına ulaşan “laik aydın cinayetleri” zincirinin ilk halkasında katledilen Hürriyet Genel Yayın Yönetmeni Çetin Emeç’in eşinin, cinayetten (1990) tam 20 yıl sonra bir samimiyet krizi ânında söylediği şu sözler geliyor aklıma:
“Gerisinde kim var bu işlerin hâlâ çözülmedi. Çözülse de ne olacak ki artık onu da bilmiyorum gerçi. Sürekli dinle ilgili tehdit aldığımız için hep ‘İran’ dedik, ‘Dinciler’ dedik. Çünkü ben ******çü, orduyu seven, vatanperver bir kadınım. O yüzden daha devletime hiç kızmadım ben. Başka gerçeklerle yüzleşmek istemedim. O yüzden hep İran demek işime geldi sanırım. İran’ın yaptığına inanmak istedim.” (Bilge Emeç’inSanem Altan’a verdiği söyleşi, Vatan, 14 Şubat 2010).
Yazıyı ilk okuduğumda allak bullak olduğumu hatırlıyorum... Çok güçlü bağlılıkların (bağımlılıkların) insanı tuhaf, karanlık, tekinsiz yerlere sürükleyebileceğini biliyordum ama, bu duygunun, Bilge Emeç örneğinde olduğu gibi, hayat arkadaşının katlinin gerçek sorumlularını öğrenme hevesini törpüleyecek kadar güçlü olabileceğini hiç düşünmemiştim.
Anlamaya, ardından da sizlere anlatmaya çalışmıştım...
O günlerde Sabah gazetesinden Emre Aköz, bu ruh hâlinin, “meftun olmak”la açıklanabileceğini yazmıştı:
“Çetin Emeç, Uğur Mumcu ya da Ahmet Taner Kışlalı... Biz yıllardır biliyoruz o suikastların devlet içindeki şebekeler tarafından işlendiğini. Ama ne Bilge Hanım kabullenebildi bunu, ne Güldal Mumcu, ne de Mehmet Ali Kışlalı. (...) İnsan bir ideolojinin ya da kurumun ‘meftunu’ oldu mu, böyle kullanılır işte. Çünkü zordur sevdiğinin kötülüklerini görmek.”
Ben de Aköz’ün izahına bir eklemede bulunmuş, burada “meftun olmak duygusu”yla birlikte“düşman olmak duygusu”nun da devrede olduğunu, bunun da “çifte kavrulmuş bir psikoloji”yarattığını yazmıştım:
“Aköz’ün söylediği doğru: İçinizi yakıp kavuran acının müsebbibinin, meftunu olduğunuz bir ideoloji olmasından kuşkulandığınızda, sırf bu duygunuz nedeniyle kuşkunuzu bastırabilirsiniz... Fakat suç, aynı zamanda düşmanınızın üzerine yıkılmışsa ya da yıkılmaya gayret ediliyorsa, meftunu olduğunuzla ilgili kuşkunuzu çok daha güçlü bir biçimde bastırırsınız. Ben, burada böyle ikili bir psikolojinin devrede olduğu kanaatindeyim. ... Çifte kavrulmuş psikoloji: Birine meftun, öbürüne düşman.”
Güldal Mumcu’nun, hakikati bildiği hâlde hakikat sanki başka yerdeymiş gibi davranabilmesini de ben kendimce böyle izah edebiliyorum.
Bilmem katılır mısınız...
Rahşan Ecevit örneği...
Bu yazıyı yazarken, tartıştığımız çerçevede değerlendirebileceğimiz daha taze bir örnekle karşılaştım... Kanaatinizi oluşturmada işinize yarayabilir...
Biliyorsunuz, eski başbakanlardan Bülent Ecevit’in koruma amiri ve eski Demokratik Sol Parti milletvekili Recai Birgün, Ergenekon davasına bakan mahkemede tanıklık etmişti. Birgün’e göre, Ecevit başbakanken, şimdi Ergenekon sanığı olan Mehmet Haberal’ın başhekimi olduğu Başkent Hastanesi’nde kendisine bilerek yanlış tedavi uygulanmış ve iş göremez raporu verilmek istenmişti.
Bu, aslında Rahşan Ecevit tarafından da paylaşılan bir kanaatti ve bu şüpheyle eşini Başkent Hastanesi’nden çıkarmıştı...
Recai Birgün, TBMM Darbeleri ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu’na verdiği ifadede Rahşan Ecevit’in şimdiki duygularını bakın nasıl anlatıyor:
“(...) Bu konudaki en büyük direnci kendi yakınlarımızdan gördük maalesef. Bunlardan birisi Sayın Rahşan Ecevit’tir. O dönemleri beraber yaşadık biz. Beraber neler olduğuna karar verdik, ‘evet bu böyle’ diye düşünüp ona göre adımlar attık. Ancak ne yazık ki (...) Ergenekon’da ben ifade vermek için gitmeye kalktığımda, dediğim gibi, Ecevit’in en yakınlarından tepki aldım. ‘Niye kaşıyorsun bu olayı, bu olay aslında iktidar partisinin işine yarar’ gibi birtakım çok anlaşılmaz, çok temelsiz sebeplerle bana açık karşı koyanlar olduğu gibi çeşitli yollarla da ‘aba altından sopa gösterenler’ de oldu.”