Yaş : Kayıt tarihi : 09/09/08
Mesaj Sayısı : 594
Nerden : İş/Hobiler : Lakap : amcasını arıyor
Konu: Hira’nın serinliği M.Nedim Hazar Ptsi 28 Ekim 2013, 10:29
“Ey ateş İbrahim’in üzerine serin ve selametli ol, dedik.” (Enbiya) “Göğsünü açıp ferahlatmadık mı?” (İnşirah)
Mizanı anlatmıştı Ömer El Muhtar çocuklara. Parmağının ucunda bir tahterevalli gibi dengede tuttuğu gözlüğüyle Rahman 7’de buyurulanı aktararak: “Göğü yükseltti ve ölçüyü koydu…” Cahiliye… Bilmem bugün ile ne gibi benzerlik ve zıtlıklar kurulabilir ama her yönüyle insanlıktan epey uzağa atılmış zulûmat devri. Merhametsizliğin, gücün, güçlünün, akıl dışılığın hüküm sürdüğü vicdan ve merhametin sürgün edildiği karanlığın en koyu demlerinden biri. Kapkara ve kaskatı kalplerin merhametten nasipsiz dönemi. Her tablo yürek parçalayıcı, her manzara kalp yaralayıcı, ruh zedeleyici. Karanlığın böyle bir yönü vardır, içinden kaçamayanı bir süre sonra kendine dönüştürür ve sıradanlaştırır mel’aneti. Istırabın dayanılmaz boyutlara ulaştığı noktada, ruhunu serin mağara duvarlarına teslim etmenin adıydı Hira. Canlarımız O’na (sas) feda, Hira, bir nurdan kundak gibi sarıyordu. ‘Korkuyorum’ diyordu, gördüğü tablo ruhunu kanatıyor, iki büklüm ediyordu. Hira, her parmağında binlerle iksir olan bir şifacıydı adeta. Göklerin ve yerin sırrına ermek için ne eşsiz bir sığınak, sükûtun nabzını tutabilmek için ne muazzam bir barınak… Şairin ifadesiyle; “Bir dağ ki, ismi Hira / Ona kilimdir sahra!” Acı yüklü kervanlar geçiyordu sahradan, serin bir sessizlik vardı huzuru demleyen Hira’da. Ve ıstırap, mağaranın nemli duvarlarına sürtünerek yankılanıyordu.
Bir insanın ancak sığabileceği genişlikteki bu ruhani mahfil, iç burkan, vicdan yaralayan tablolar neticesinde oluşan sorularla daraldıkça daralıyor, o serin koyuluk helezonik bir çığlık gibi kayalarına çarpıyordu. Ki… İnsanlığın kurtuluş müjdesi sabrın en tahammül ötesi anlarında yetişti: Ey yalnızlığa bürünen ‘Sevgili’, ‘Kalk ve ikaz et!’
Yalnızlığa âşık edilmişti belki. Mağarada kaldıkça aradığına yaklaştı, insanlardan uzaklaştı. Bir kaçış değildi bu asla, mesafeleri daha hızlı alabilmek için bir toparlanış, birikim dönemiydi pekâlâ. Uzun bir ruhani terbiye ve münzevi bir tefekkür sürecinin sonuna gelinmişti artık. Bir iç inşa seslenişiydi bu. Günler süren şaşkınlık, korku, sevinç ve heyecandan kendi içine kapanmış sevgiliye ikinci büyük sesleniş. “Haddi aşmayın” dedi yine Rahman’da Yaradan. Ulaştırılan mesajın ve vazifenin ağırlığına dair önceden ikaz edilmişti. Hiçbir nebi için kolay olmamıştı ama belki de en ağırı en sonuncuya Efendimiz (sas) bırakılmıştı: ‘Muhakkak ki Biz, sana yakında ağır bir söz ulaştıracağız…’ Hira’dan iniş; yokuş aşağı, diplere, en derine giden insanlık için, önce duruş, sonra yükseliş demekti. Çıkış noktasıydı Hira, tüm insanlığın ve yaratılmışların. O kutlu mağaranın kuytuluğunda demlenen reçete, asırlar boyu tüm beşeriyete inşirah saldı. Halka halka büyüdü saadet.
Sonra unuttu insanoğlu… Unuttuğu nispetinde döndü tekrar karanlığa. Darlığı unuttu, yokluğu unuttu, ateşi, ızdırabı ve zulmü. Hira’yı unuttu bir nevi. Ve şimdi… Hicran ile herc ü merc yeryüzü, zalimliğin boyu dizler ile ölçülemeyecek kadar. Aştık tüm hadleri ölçüsüzce. Fâsıkın fıskı, âşığın aşkını yer ile yeksan ederken, mütecahir bir kibir, aleni bir hadsizlik kabartıyor boşalan yürekleri. Kalp bu, bileşik kap gibi; boşluk kabul etmiyor. Mazlumun dili unutuldukça zalimin buyurgan cakası taht kuruyor her yere. Hira bir kozaydı, insanlığı kuşatabilecek kadar devasa merhameti büyüten bir cenin. Bugün tüm dünya perişan bir çöle dönüşürken, özlenilmesi gereken bir yakarış limanı. Bıçkın bir çaresizliğin sızlattığı yürekler için bir rıhtım. Pusulasını yitirmiş hüzün çağının güvertesi gibi… “Yalnız Rabbine yönel” dedi zaman ve mekânın asli sahibi. Ruhlarımız Hira serinliğine muhtaç…