Yaş : 44
Kayıt tarihi : 04/09/08
Mesaj Sayısı : 1871
Nerden : Geliyon
İş/Hobiler : Yaşamak
Lakap : GARİB
Konu: Cevşen Hakkında Yazılar Ptsi 22 Ara. 2008, 16:48
Arapça bir kelime olan Cevşen, sözlükte "bir tür zırh, savaş; elbisesi" anlamına gelmektedir.Terim olarak Şiî kaynaklarında Ehl-i Beyt tarîkıyle Hz. Peygamber’e isnad edilip Cevşen-i Kebîr ve Cevşen-i Sagîr diye bilinen, metinleri birbirinden farklı uzun bir duânın adıdır.
Cevşen-i Kebir: Diğerine nisbetle çok daha meşhûr olup (Cevşen) denilince genellikle bu duâ akla gelir. Musâ el-Kâzım - Ca’fer es-Sâdık - Muhammed el-Bâkır - Zeynelâbidîn - Hz. Hüseyin ve Hz. Ali tarîkıyle Hz. Peygamber’e isnâd edilir.
Anlatıldığına göre Asr-ı saâdet’te cereyan eden savaşların birinde (bir rivâyette Uhud’da) muharebenin kızıştığı ve üzerindeki zırhın kendisini fazlasıyla sıktığı bir sırada Hz. Peygamber ellerini açarak Allah’a duâ etmiş, bunun üzerine gök kapıları açılarak Cebrâil gelmiş ve "Ey Muhammed! Rabbin sana selâm ediyor ve üzerindeki zırhı çıkarıp bu duâyı okumanı istiyor. Bu duâ hem sana hem de ümmetine zırhtan daha sağlam bir emniyet sağlayacak." demiştir. Olayla ilgili Şiî kaynakları, Cebrâil’in Hz. Peygamber’e söz konusu duânın önemi ve fazîletiyle ilgili geniş bilgi verdiğini de kaydeder.
Cevşen-i Kebîr, her biri Allah’ın isim ve sıfatlarından on tanesini ihtivâ eden yüz bölümden ibaret uzunca bir duâdır. Her bölümün sonunda "Sübhâneke yâ lâ ilâhe illâ ente’l-emâne’l-emân hallisnâ/ecirnâ/neccinâ mine’n-nâr" (Sübhânsın yâ Rab! Sen’den başka yoktur ilâh! Emân diliyoruz Sen’den, Koru bizi Cehennem’den!) ibaresi tekrarlanmaktadır. Bu yüz bölümden yirmi beşinin başında "ve es’elüke bi-esmâik" ibaresi bulunmakta ve "yâ Allah, yâ Rahmân, yâ Rahîm" şeklinde Allah’a ait isimleri ihtiva etmektedir. Bu ifade ile başlayan her bölüm arasında ise genellikle üç paragraf hâlinde "Yâ hayra’l-Gâfirîn" ibaresiyle başlayıp devam eden değişik münâcatlar şeklinde duâlar yer alır. Böylece duânın tamamı Allah’a ait iki yüz elli isim ile yedi yüz elli sıfat ve münâcâtı kapsamış olur. Bütün bu münâcatların ana gayesi, duânın muhtevasından ve her faslın sonunda tekrarlanan "el-Emân el-Emân hallisnâ mine’n-nâr" ifadesinden de anlaşılacağı gibi, dünya âfetlerinden ve âhiret azabından kurtuluş niyaz edilmektedir.
Cevşen-i Kebîr özellikle Şiî dünyasında oldukça rağbet görmüş, gerek müstakil olarak, gerekse çeşitli duâ mecmuaları içinde birçok defa basılmış ve şerhleri yapılmıştır. Muhtevasının güzelliği, ifadelerinin akıcılığı ve okunduğunda elde edilebilecek dünyevî ve uhrevî iyi sonuçlara dair rivayetlerin çokluğu sebebiyle olacaktır ki Cevşen-i Kebîr Türkiye’de bazı Sünnî müslümanlar arasında da ilgiyle karşılanmıştır. Duâyı Ahmed Ziyâeddin Gümüşhânevî, tarikata dair birçok evrâd ve ezkârı derlediği Mecmûatü’l-Ahzâb adlı eserinde nakletmiş, daha sonra özellikle Risâle-i Nûr talebeleri tarafından müstakil olarak birçok defa basılmış ve Türkçe’ye de tercümeleri yapılmıştır.
Şiî kaynaklarında zikredilen metinle bu eserlerdeki metin arasında bazı bölümler ile isim ve sıfatların sıralanışında takdim ve tehirler, bazı kelime ve harflerde değişiklikler, özellikle bölümlerin başlangıç ve bitimlerinde tekrarlanan cümlelerde eksiklik veya fazlalıklar göze çarpmaktadır. Yine bu kitaplarda 100. bölümden sonra zikredilen ve "Allahümme rabbenâ" diye başlayan kısım da rivâyetin aslında mevcut değildir. Bu farklılıklar, Türkiye’de basılan kitapların duâyı Şiî kaynaklarından değil, Mecmûatü’l-Ahzâb’da rivâyetin aslına ve kaynağına işaret edilmeden nakledilen metinden almalarından kaynaklanmaktadır. Cevşen-i Kebîr’in Süleymaniye Kütüphanesi’nde müstensihi ve istinsah tarihi bilinmeyen bir nüshası mevcuttur(el-Cevşenü’l-Kebîr, Hacı Mahmud Efendi, nr.1986/4, vr.62a-77b).1
Dipnotlar: 1- T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 1993, Cevşen maddesi.
Kaynak: Prof. Dr. Davut Aydüz / Yeni Ümit - 51. Sayı
mcnn38
Admin
Yaş : 44
Kayıt tarihi : 04/09/08
Mesaj Sayısı : 1871
Nerden : Geliyon
İş/Hobiler : Yaşamak
Lakap : GARİB
Konu: Geri: Cevşen Hakkında Yazılar Ptsi 22 Ara. 2008, 16:50
a. Rivâyet yönüyle yapılan tenkit:
Bu konudaki tenkit: "Cevşen’in Sünnî kaynaklarda bulunmaması, Şiîler’ce muteber kabul edilen Kütüb-ü Erbaa’da bulunması, bunun uydurma olduğunu gösterir"2 şeklindeki iddiadır.
Cevşen ile ilgili rivâyetlerin, hadîs usûlünde kabul edilen rivayet usulleri ve özellikle hadîsin kabulünü gerektiren mütevâtir, sahih, hasen kategorileri içerisinde olmaması, Cevşen’in sıhhatine gölge düşürmüştür. Üstelik bunun Musâ el-Kâzım - Ca’fer es-Sâdık - Muhammed el-Bâkır - Zeynelâbidîn - Hz. Hüseyin ve Hz. Ali tarîkıyle Hz. Peygamber’e isnâd edilmesi, yani hep Şiâ’nın sahip çıktığı şahsiyetler yoluyla intikali, Sünnî dünyanın bu rivayeti göz ardı etme neticesini vermiştir. Yalnız bu husus, sened tenkidi açısından yapılan bir değerlendirmedir. Bunun ise Cevşen’in mana ve muhtevasına menfî yönden bir tesirinin olması düşünülemez. Ayrıca, Hz. Ali veya ondan sonraki dönemler içinde çıkan Sünnî-Şiî ihtilâfı sadece Cevşen değil, sayılamayacak kadar çok sahih hadislerin gerek Sünnî, gerekse Şiî kaynaklarında yer almamasına neden olmuştur. Öyleyse bazılarının ortaya çıkıp "Cevşen’in Sünnî kaynaklarda bulunmayıp, sadece, Şiîler’ce muteber kabul edilen Kütüb-ü Erbaa’da bulunması, bunun uydurma olduğunu gösterir"3 demelerinin aklî, mantıkî ve islâmî bir temeli olmasa gerektir. Bu konuda Sünnî ve Şiî dünyasının hadîs usûl kitapları, hadîsi kabul (ahz-ı hadîs) şartları açısından incelense ve elde edilen bilgiler ışığında hadîs kitapları mukâyese edilse, karşımızda Cevşen örneğinde olduğu gibi birçok sahih hadîsin çıkacağı muhakkaktır. Fakat ne yazık ki, Şünnî-Şiî ihtilâfı ve mezhep taassubu bu tür bilgilerin sadece Sünnî veya sadece Şiîler’in malı olmasını sağlamıştır.
Bu konuda son olarak şunu söyleyebiliriz; Gümüşhanevî hazretlerinin Mecmûatü’l-Ahzâb adlı eserinde Cevşen’i nakletmesi ve Bediüzzaman hazretlerinin de bu duâyı Mecmûatü’l-Ahzâb’ın içinden çıkartıp talebelerine vird ü zebân etmelerini emretmesi, bu zatların senet açısından yukarıda ifade edilen olumsuzluklara rağmen, bunu kabullendiklerini gösterir.4 Metin tenkidinde bulunanlara da kısaca şöyle diyebiliriz; acaba Cevşen’in metninde Kur’an’a zıt birşey var mıdır? Hayır, bilâkis, Bediüzzaman’ın ifadesiyle Cevşen’in Kur’an’a zıt olması bir yana, o bizzat Kur’an’dan alınmış bir duâdır. "Yani, bin bir esmâ-i ilâhiyeye sarîhan ve işâreten bakan ve bir cihette Kur’an’dan çıkan bir hârika münâcat olan ve marifetullahta terakkî eden bütün âriflerin münâcâtlarının fevkinde bulunan...(bir duadır)."5
b. Fazîletiyle ilgili Uydurma Rivâyetler Yönünden Tenkit:
Şiî kaynaklarına dayalı olarak rivâyet edilen Cevşen’in faziletine dair bazı hadisler, ehl-i sünnet’in prensipleri doğrultusunda kabule şâyan değildir. Meselâ, "Cevşen’i okuyan dört semavî kitabı okumuş gibi olur", "Bunu okuyan asla Cehennem’e girmez" veya "Üzerinde Cevşen yazılı kefenle gömülen kişi kabir azabı görmez"... gibi. Yalnız bu ve benzeri rivayetlerin hepsinin Allah Rasûlü’ne isnad edilmemekte olduğunu da bilmekte fayda vardır. ihtimal bunları bu duâya kudsiyet kazandırma düşüncesiyle -ehl-i beyt imamları kanalıyla geldiği için- bazı ifratkâr kişiler uydurmuş olabilir. Fakat Cevşen’in fazîletine ait aşırı dozda kabul edilebilecek bu şeyler Cevşen’in aslına, mahiyet ve muhtevasına yani onun hâlis duâ olma özelliğine halel verecek değildir. Bir diğer ifadeyle fazileti hakkında söylenen bu sözler dolayısıyla "Cevşen uydurmadır" demenin hiçbir mantıkî ve islâmî dayanağı yoktur.6
c. Bu Kadar Uzun Bir Duânın Ezberlenerek Rivâyet Edilmesi Mümkün Değildir iddiası:
Bu husustaki tenkit ise: "Hz. Peygamber (s.a.s.)’e nisbet edilmiş bir hadîs olarak rivayet edilen yaklaşık on beş sayfalık metnin sahih olması mümkün görünmemektedir. Zira bu metin, bilinen bir olayı, bir kıssayı veya tarihî bir vakayı anlatan, hafızada tutulması kolay metinlerden farklı olarak her kelime ve cümlesinin büyük bir titizlikle zaptedilip tekrarlanması, Hz. Peygamber’den alınıp rivayet edilmesi imkânsız denecek kadar güçtür"7 şeklindeki iddiadır.
Bu konu ile alâkalı uzun açıklamalarda bulunulabilir. Ezcümle: Hadîs rivayetinde kabullenilen prensipler açısından, sahabe-i kirâm’ın öncelikle hassasiyeti, öte yandan hepsinin birer hafıza dahisi olduğu, şifahî kültür diye adlandırabileceğimiz bir şekilde, metinlerin aynıyla nesilden nesile intikali -ki bunların hepsi en ince ayrıntılarına kadar hadîs usûlü kitaplarında ele alınmış ve anlatılmıştır- açısından Cevşen ilmî bir incelemeye tabi tutulabilir. Buna göre Cevşen’in metin yönüyle sahih olamayacağına gerekçe olarak getirilen bu sözlerin, islâmî bir temeli yoktur. Bu konuda vak’alar kendi dilleriyle bu gerekçeyi yalanlamaktadır. Zira hadis kitaplarında, kelimesi kelimesine aynı çıkan nice farklı ravilerin rivayet ettikleri hadisler vardır. Bunlardan hareketle Cevşen’i de içine alacak şekilde bir genelleme yapmak elbette doğru olmaz. Fakat bu durum meseleye en azından ihtiyatlı bir şekilde yaklaşmamızı icab ettirir. Ezbere yapılacak olan bu tür indî ve şahsî yorumlar, tahminler, kanaatler ilmî usûl ve adaba yaraşmayan şeylerdir.8
Ayrıca, hadisleri bize rivayet eden devâsâ kametler, aynı zamanda maneviyat âlemlerinin sultanları -derece farkı mahfuz- hükmündedirler. islâm’ın derunî hayat adına getirdiği prensipleri, hiç ödün vermeden tatbîk eden bu insanların "geceleri gündüz" kadar aydındır. Bizim idrak ufkumuzun çok ötesinde bu büyük insanlar, Allah Resûlü ile manevî bağlarını daima muhafaza etmişlerdir. Değil rüyada, yakazaten Nebiler Sultanı ile defaatla görüştüklerini, sıhhati üzerinde şüphe edilen bir hadîsi Efendimiz’e arz edip, cevap aldıklarını bizatihi kendileri bizlere ifade etmişlerdir. Yalnız hemen belirtelim, bu tür bilgiler, islâm’ın genel geçer kaidelerine göre objektif değil, sübjektiftir. Yani bunların inanç ve amel platformunda bağlayıcılıkları bahis mevzuu değildir. inanan inanır, gereğine göre amel eder; inanmayan da günaha girmez ama büyük bir hayır kapısını kendi elleriyle kendi hakkında kapatmış olur.9
Cevşen’in uzunluğundan dolayı kelimesi kelimesine ezberlenip rivayetini uzak görenlerin gözden kaçırdıkları bir konu da; Cevşen’den çok daha uzun olan ve genellikle küçük yaşta Kur’an’ın ezberlenmesi meselesidir. Bu kadar uzun bir metni âdeta noktası ve virgülüne kadar, bir harekesini dahi yanlış okumadan -hatta kurrâ olanlarının kıraât farklılıklarına varıncaya kadar- ezberlemeleri ve genellikle unutmamaları; bir çok yeri itibariyle Kur’an metnine benzerlik arz eden ve Kur’an’dan âyetler olan Cevşen gibi uzunca bir duânın da rahatlıkla ve daha kolay bir şekilde ezberlenebileceğinin açık bir delilidir.
Dipnotlar: 2- İslâm Ansk, Cevşen md. 3- İslâm Ansk, Cevşen md. 4- Ahmet Kurucan, Duâ İkliminde CEVŞEN, Zaman Gazetesi, 2 Ağ. 1996. 5- Bediüzzaman Said Nursî, Risale-i Nur Külliyatı, İstanbul 1996, I,872 (3.Şua, son paragraf); I,973 (11.Şua, Onuncu Mesele); I,1128 (15.Şua, Beşinci, altıncı, yedinci, sekizinci küllî şehadetler); 6- Ahmet Kurucan, agm. 7- T.D.V. İslâm Ansk, Cevşen md. 8- Ahmet Kurucan, agm. 9- Ahmet Kurucan, agm.
Kaynak: Prof. Dr. Davut Aydüz / Yeni Ümit - 51. Sayı
mcnn38
Admin
Yaş : 44
Kayıt tarihi : 04/09/08
Mesaj Sayısı : 1871
Nerden : Geliyon
İş/Hobiler : Yaşamak
Lakap : GARİB
Konu: Geri: Cevşen Hakkında Yazılar Ptsi 22 Ara. 2008, 16:57
RESUL-İ EKREM’İN (A.S.M.) küçük torunu Hz. Hüseyin’in (r.a.) oğlu, Hz. Ali ve Hz. Fâtıma’nın (r.a.) torunu olan; hayatını Rabbine hakkıyla kul olma esası üzere kurmasına mukabil ümmet tarafından ‘es-Seccâd,’ yani çok secde eden lakâbıyla anılan, ‘âbidlerin süsü’ İmam Zeynelâbidîn’in rivayetine göre, Cevşenü’l-Kebîr, Hz. Peygamber’e bir gazve esnasında Cebrail’in getirdiği kudsî bir münacattır. Cebrail, Peygamber’e Cevşen’i sunduğunda, "Zırhı çıkar, bunu al" demiştir.
Rabbimizin binbir ismiyle anıldığı bu kudsî münacat, ne yazık ki, Sünnî-Şiî çekişmeleri yüzünden neredeyse bin küsur yıl, Sünnî müslümanların uzağında kalmış durumdadır. Asırlardır Şîa’nın imanî taliminde önemli bir yer tutan bu nebevî hediye, artık, Said Nursî’nin kısır bir çekişmeyi aşan hikmetli ve engin vizyonuyla nihayet nüfuz ettiği Ehl-i Sünnet’i de kudsî mânâlarından istifadeye çağırmaktadır.
Fakat ne fecî bir hal ki, asırlar boyu kaçırılmış bir fırsat, ucuz ve basit tavırlarla, bir kez daha kaçıp gitme tehlikesiyle yüzyüze durmaktadır.
Bu tehlikenin en kritik noktasını ise, sanırım, "Zırhı çıkar, bunu al" rivayeti oluşturmaktadır.
Bu sözden hareketle, bir esmâ-i hüsnâ manzumesi olan Cevşen, ucuz bir sigorta malzemesine dönüştürülmektedir.
Çok kereler olduğu gibi, bir kez daha, kudsî bir hakikat, basit akılların elinde ‘çok ucuza’ satılır haldedir. Heder edilmektedir.
Cevşenü’l-Kebîr, bugün,óHafîz ve Kerîm olan bir Kadîr-i Mutlak’ın hıfz ve himayesini unuturcasınaóâdeta yangın, kaza ve sair belaların ‘sigorta’sı kılınır ve sözkonusu rivayet bunun çıkış noktası yapılır iken, bu rivayetin asıl muradını açığa çıkaracak en basit sorular ve muhakemeler bile esirgenmektedir.
Meselâ, Cevşenü’l-Kebîr adlı, baştan sonra binbir ismiyle Rabbimize niyaz edilen, eşsiz bir tefekkür ve tezekkür manzumesi olan kudsî münacata mazhar olduktan sonra, Resul-i Ekrem (a.s.m.) ne yapmıştır? En başta, Cevşen, bir kez olsun açılıp okunmasını imkânsız kılan deri veya metal mahfazalar içinde mi ona gelmiştir; yoksa kalbe ilka edilen kudsî mânâlar olarak mı? Resul-i Ekrem (a.s.m.) onu boynuna asarak mı yanında taşımıştır, mânâlarını kalb ve dimağına yazarak mı? Hem, Resul-i Ekrem (a.s.m.) Cevşen’in Cibril (a.s.) tarafından kendisine sunulmasından sonra, gazvelere çıkarken artık ne zırh, ne silah almayıp "Bu Cevşen bana yeter" mi demiştir?
Bu soruların cevabının ne olduğunu, siyer kitaplarından kolaylıkla öğreniyoruz. Öncelikle, Cevşenü’l-Kebîr, o ümmî Nebî’ye (a.s.m.) yazılı veya basılı bir kitap olarak gelmemiştir. Resul-i Ekrem de, bir kul olarakóüstelik, her hareketi ‘en güzel örnek’ diye kaydedilip asırlar boyu izlenecek bir güzel kul olarakózırhı kuşanma gibi, bir kulun sebepler dairesinde ifa etmesi gereken vazifeleri ihmal etmemiştir.
O halde Cebrail’in "Zırhı çıkar, bunu al" sözündeki asıl murad nedir?
Cevşenü’l-Kebîr’i okurken, insan, bu muradın ipuçlarını, idrakinin elverdiği ölçüde kavramaya başlamaktadır.
Bu kudsî münacat, her noktadaki acz ve ihtiyacımız karşısında, sığınma ve başvuru adresi olarak, yalnızca Rabbü’l-âlemîn’i gösterir. Kendimizin yanısıra sair sebeplerin, yani tüm mahlukların acizlik ve zayıflığını gözler önüne sererek, bizi, başvurumuza cevap vermeye muktedir doğru adrese sevkeder. Herşeyin O’nun kudret, ilim ve iradesiyle olduğunu; O dilemezse, tüm dünya lehimize gözükse bile bunun bir işe yaramayacağını bildirir.
O kudsî münacatı okurken, hissederiz ki, biz kendiliğimizden burada değiliz. Tesadüfen de burada değiliz. Hayy-ı Kayyum, Faalün limâ yürid, Cemîl-i Zülcelâl olan bir Zât-ı Ehad-ı Samed’in sanatıyız. Ve O’nun izin ve kudretiyle yaşıyoruz. Bizi yaşatan, yediğimiz ekmek, içtiğimiz su değil. Keza, zırh giydiğimiz için savaşta ölmekten kurtuluyor değiliz. Sebepler dairesinde dergâh-ı ilahînin kapısını çalma anlamına gelen fiilî dualarda bulunuruz; ama sonucu, o sebepler perdesinin arkasında işgören Müsebbibü’l-Esbab verir. Hayatımızı devam ettiren de O’dur; midemizi doyuran da. Kalbimize iman ve ubudiyet gibi manevî gıdalar veren de O’dur; düşmanlarımız ve musibetler karşısında bizi koruyan da...
Kısacası, zırh giydiğimiz için ölmüyor değiliz. Zırhı giyerek yaptığımız duaya mukabil, Rabbimiz bizi muhafaza buyurduğu için oklardan ve mızraklardan azadeyiz.
Cebrail aleyhisselâm, Resul-i Ekrem’e (a.s.m.) Cevşen’in makamını, önemini ve muhtevasını belirten o sözü söylerken, aslında tüm ümmete bu mesajı iletmiştir. Bu söz, Cevşen’i hakkıyla okuyun; ve, hadsiz tehlikeler, hastalıklar ve felâketler karşısında merciinizin yalnız ve yalnız Rabb-ı Rahîm ve Kadîr-i Hakîm olduğunu derkedin, demektedir. Böylece, sebepleri merci tanımaktan; merci bildiğiniz o sebeplerin acizliği ve yetersizliği karşısında aklen, kalben ve ruhen kahrolmaktan kurtulun, demektedir. İhtiyaçlarınıza karşı meded, düşmanlarımıza karşı dayanak noktası olarak O size yeter; Cevşen işte bunu belletir, mesajını vermektedir.
Yoksa, Cevşen hiç okunmadan, mânâları hiç tefekkür ve tezekkür edilmeden saklanırsa, Rabbimiz bizi gene de koruróher daim korumaktadır zaten. Her saniye bir kanser hücresinin var olduğu bir bedene; her dakika bir mikrobun içeri girdiği bir vücuda sahip olan bizleri, lenfosit, eritrosit, trombosit.. gibi miniminnacık maddeleri istihdam ederek koruyagelmiş, bu yaşa kadar yaşatmıştır meselâ. Ama bize doğru adresi gösterip şirk ve esbab çukurlarından uzak tutan eşsiz bir kudsî münacatın tanıttığı Rabb-ı Rahîm’den değil, o münacatın kendi ‘nesne’sinden medet umuluyorsa, en başta Cevşen’in ders verdiği en birinci hakikat çiğnenmiş olmaktadır. Bâki bir hayatın önsözü olacak imanî bir şuurun mübelliği olan o pırlanta, üç günlük dünya hayatı için sarfedilip heba olunmaktadır.
Oysa o ilahî hediye, Rabbimizi binbir ismiyle tanıyıp yalnız ve ancak O’na yönelerek şu dünya hayatını ebedî bir cennetin giriş kapısı kılmayı öğretmektedir.
Yaş : 44
Kayıt tarihi : 04/09/08
Mesaj Sayısı : 1871
Nerden : Geliyon
İş/Hobiler : Yaşamak
Lakap : GARİB
Konu: Geri: Cevşen Hakkında Yazılar Ptsi 22 Ara. 2008, 17:05
Bediüzzaman Said Nursî’nin Cevşen ile ilgili Görüşleri
a. Bediüzzaman, el-Cevşenü’l-Kebîr’in öncelikle Hz. Peygamber (s.a.s.)’in duâsı olduğunu ve onu okuduğundan kısaca şöyle bahseder:
"Öyle de, çok esmâya mazhar ve çok vazifelerle mükellef ve çok düşmanlara müptelâ olan insan, münâcâtında, istiâzesinde çok isimleri zikreder. Nasıl ki, nev-i insanın medâr-ı fahri ve elhak en hakikî insan-ı kâmil olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, el-Cevşenü’I-Kebîr namındaki münâcâtında bin bir ismiyle duâ ediyor, ateşten istiâze ediyor".10 -
"(Hz. Peygamber Aleyhisselâm’ın), hem binler dua ve münâcâtlarından el-Cevşenü’l-Kebîr ile, öyle bir marifet-i Rabbaniye ile, öyle bir derecede Rabbini tavsif ediyor ki, o zamandan beri gelen ehl-i marifet ve ehl-i velâyet, telâhuk-u efkârla beraber, ne o mertebe-i marifete ve ne de o derece-i tavsîfe yetişememeleri gösteriyor ki, duâda dahi onun misli yoktur. Risâle-i münâcâtın başında el-Cevşenü’l-Kebîr’in doksan dokuz fıkrasından bir fıkrasının kısacık bir meâlinin beyan edildiği yere bakan adam, "Cevşen"in dahi misli yoktur diyecek."11 Böylece Bediüzzaman Cevşen’in rivayet olarak Hz.Peygamber’e isnadının sahih olduğunu kabul etmiş olmaktadır. - b. Bediüzzaman, el-Cevşenü’l-Kebîr’in, Kur’an’dan çıkan bir münâcât olduğunu belirterek, muhtevasının Kur’an’a uygun olduğuna işaret etmiştir. O, bu konuda şöyle demektedir:
"Yani, bin bir esmâ-i ilâhiyeye sarîhan ve işâreten bakan ve bir cihette Kur’an’dan çıkan bir hârika münâcât olan ve marifetullahta terakkî eden bütün âriflerin münâcâtlarının fevkinde bulunan ve bir gazvede: "Zırhı çıkar, onun yerine bu Cevşen’i oku" diye Cebrâîl vahiy getiren el-Cevşenü’l-Kebîr Münâcâtı içindeki hakîkatler ve tam tamına Rabbine karşı tavsifler, Muhammed’in (s.a.s.) Risâletine ve hakkaniyetine şehâdet ettiği gibi..."12 - c. Bediüzzaman duânın kabulünün şartlarından bahsederken, el-Cevşenü’l-Kebîr’den de bahsederek onun nasıl okunacağı hususunda bilgi verir:
"Ubûdiyet, emr-i ilâhiye ve rızâ-ı ilâhiye bakar. Ubûdiyetin dâisi emr-i ilâhî ve neticesi rızâ-yı Haktır. Semerâtı ve fevâidi uhreviyedir. Fakat ille-i gâiye olmamak, hem kasten istenilmemek şartıyla, dünyaya ait faydalar ve kendi kendine terettüp eden ve istenilmeyerek verilen semereler, ubûdiyete münâfî olmaz. Belki zayıflar için müşevvik ve müreccih hükmüne geçerler. Eğer o dünyaya ait faydalar ve menfaatler o ubûdiyete, o virde veya o zikre illet veya illetin bir cüz’ü olsa, o ubûdiyeti kısmen iptal eder. Belki o hâsiyetli virdi akîm bırakır, netice vermez. - işte bu sırrı anlamayanlar, meselâ yüz hâsiyeti ve faydası bulunan Evrâd-ı Kudsiye-i Şâh-ı Nakşibendî’yi veya bin hâsiyeti bulunan el-Cevşenü’l-Kebîr’i, o faydaların bazılarını maksûd-u bizzat niyet ederek okuyorlar. O faydaları göremiyorlar ve göremiyecekler ve görmeye de hakları yoktur. Çünkü o faydalar, o evradların illeti olamaz ve ondan, onlar kasten ve bizzat istenilmeyecek. Çünkü onlar fazlî bir surette, o hâlis virde talepsiz terettüp eder. Onları niyet etse, ihlâsı bir derece bozulur. Belki ubûdiyetten çıkar ve kıymetten düşer.
Yalnız bu kadar var ki, böyle hâsiyetli evrâdı okumak için, zayıf insanlar ve müşevvik ve müreccihe muhtaçtırlar. O faydaları düşünüp, şevke gelip, o evrâdı sırf rızâ-yı ilâhî için âhiret için okusa zarar vermez. Hem de makbûldur. Bu hikmet anlaşılmadığından, çoklar, aktâbdan ve Selef-i sâlihînden mervî olan faydaları görmediklerinden şüpheye düşer, hatta inkâr da eder".13
d. Cevşen, sürekli okunduğunda, okuyana birtakım maddî-manevî faydaları vardır ki, birçok ehl-i keşif ve islâm âlimi buna işaret etmişlerdir. Bunlardan birisi olarak Bediüzzaman da, el-Cevşenü’l-Kebîr’i okuma neticesinde gördüğü faydalardan şöyle bahseder:
"Münâfık düşmanlarımın maddî ve manevî zehirlerine karşı gerçi Cevşen ve Evrâd-ı Kudsiye-i Şâh-ı Nakşibend beni ölüm tehlikesinden, belki yirmi defa kudsiyetleriyle kurtardılar...".14 - "Kardeşlerim, merak etmeyiniz, Cevşen ve Evrâd-ı Bahâiye bu defa dahi o dehşetli zehrin tehlikesine galebe etti. Tehlike devresi geçti, fakat hastalık devam ediyor".15 - e. Daha önce de dediğimiz gibi bazı zatlar, el-Cevşenü’l-Kebîr okumaya verilen sevaplar ile ilgili rivâyetlerin uydurma olabileceği düşüncesiyle Cevşen’i de inkâr yoluna gitmişlerdir. Biz bunlara kısaca cevap vermiştik. Bediüzzaman’ın hayatında da aynı hâdise cereyan etmiş ve şöyle cevap vermiştir:
- "Azîz, Sıddîk Kardeşlerim, Bir biçare vesveseli ve hassas ve dinsizlerle görüşen bir adam, meşhûr duâ-i Nebevî olan el-Cevşenü’l-Kebîr hakkında ve akıl hâricindeki sevap ve fazîletine dair bir hadîsi görmüş, şüpheye düşmüş. Demiş: "Râvî, Ehl-i Beyt’in imamlarındandır. Halbuki hadsiz bir mübâlağa görünüyor. Meselâ, içinde der: "Bu duaya Kur’an kadar sevap verilir". Hem "Göklerdeki büyük melâikeler, o duâ sahibini gördükçe kürsîlerinden inip ona pek büyük bir tevazu ile hürmet ederler". Bu ise, aklın ve mantığın mikyaslarına gelmez" diye, Risâle-i Nur’dan imdad istedi. Ben de Kur’an’dan ve Cevşen’den ve Nurlar’dan gayet kat’î ve tam akıl ve hikmete mutâbık bir cevap verdim. Size gayet kısa bir icmâlini beyan ediyorum. Şöyle ki, ona dedim:
Evvelâ: Yirmi Dördüncü Söz’ün üçüncü dalında on adet "usûl" var, böyle şüpheleri esasıyla keser, izâle eder. Ona bak, cevabını al.
Sâniyen: Her gün bütün ümmet kadar hasenât ona işlenen ve bütün ümmetin saâdetlerine yardım eden ve ism-i a’zâm’ın mazharı ve kâinatın çekirdek-i asliyesi, hem en mükemmel ve câmi meyvesi olan zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, o duânın kendi hakkında o azîm mertebesini görmüş, ona haber veren Cebrâîl Aleyhisselâm’dan işitmiş, başkalarını kendine kıyas etmiş veya edilmiş. Demek o pek fevkalâde sevap, zât-ı Ahmediye’nin velâyet-i kübrâsından ona gelmiş. Küllî, umumî değil, belki o duânın mahiyetinde böyle harika bir kıymet var ve ism-i A’zâm mazharı olan Zâtın tebaiyetiyle başkalara dahi o sevap mümkündür; fakat gayet ehemmiyetli şartları var, yalnız okumak kâfi gelmez. Yoksa muvâzene-i ahkâmı bozar, farzlara ilişir.
Sâlisen: O duâ, nasil ki zât-ı Ahmediye’ye baktığı vakit mübâlağadan münezzeh ve aynı hakîkat oluyor. Öyle de, o duadaki yüzer Esmâ-i Hüsnâ’nın hakikatlerine baktığı zaman, değil mübâlağa, belki onların nihâyetsiz tecellilerinden gelmesi mümkün, ve gelebilen feyizlerin nihâyetsizliğini göstermek için pek az bir kısmını Muhbir-i Sâdık Aleyhisselâm haber vermiş ve teşvik için müphem ve mutlak bırakmış. Sonra, mürûr-u zamanla o kaziye-i mümkine ve mutlaka, bilfiil vâki ve külliye telâkkî edilmiş.
Râbian: Yirminci Lem’a-i ihlâsda, bir adama beş yüz senelik bir genişlikte bir Cennet verilmesine dair olan bir hâşiye var. Ona da bak, gör ki, o koca Cennet’in verilmesi, bilmediğimiz tarzda bir mâlikiyet değil, belki insan nasıl husûsî hanesine çok cihetlerle mâliktir, sahiptir; öyle de, zemin yüzündeki şeylere çok duygularıyla mâliktir, tasarruf ve istifade edebilir. Hem, koca dünyayı, benim hanemdir, bana vermiş ve güneş lâmbamdır diyebilir.
Demek bazı fevkalhad, harika ve akıl haricindeki bir kısım sevaplar, bu mezkûr hakikate bakar.
Hem İslâmiyet’te her sevabın, her fazîlet-i a’mâlin en evvel mazharı ve bizlerin bir duada bir zerre sevabımızda, o duâda bir dağ kadar sevap ve feyzi kazanan zât-ı Ahmediye (s.a.s.), husûsî virdler ve duâlar ve şeriat ve risâlet cihetiyle değil, belki velâyet-i Ahmediye noktasında ve umûmî olmayan derslerinden kendine verilen en yüksek mertebeyi beyan eder. Kendine tam tebâiyet eden has vârislerini, o noktalara teşvik eder.
"Gerçek Allah katındadır. Gaybı ancak Allah bilir" dedim. O vesvese edip şüphelere düşen adam, lillâhilhamd, kurtuldu, tam kanaatı geldi. Belki sizin bazılarınıza faydası var diye size de gönderdim. Umûmunuza binler selâm...".16
f. Bediüzzaman, el-Cevşenü’l-Kebîr’i devamlı okumuş, talebelerine okumalarını tavsiye etmiş ve Cevşen’i kendisi gibi talebelerinin de vird edindiklerini bildirmiştir:
"...Nazif, büyük bir hayır yapmak için Risale-i Nur talebelerinin ehemmiyetli bir virdi olan el-Cevşenü’l-Kebîr’i makine ile teksir etmiş. Bunun sevabına dair, hâşiyesindeki pek harika ve müteşabih hadislerden faziletine dair olan parçayı beraber teksir etmek için bana yazmıştı.
Ben de dedim: Otuz beş seneden beri her gün Cevşen’i okuduğum hâlde o haşiyeyi üç dört defadan ziyade okumadım... İnşallah yakında o mübarek el-Cevşenü’l-Kebîr, Risale-i Nur talebelerinin şevkiyle tenvîr edecek."17